14 Mart 2012 Çarşamba

Türkiye: Bir Özgürlükler Ülkesi


Dün, daha en başından olacağını bildiğimiz şey oldu; Sivas Madımak katliamında adalet yerini bulmadı. Tıpkı Hrant Dink davasında olduğu gibi. Tıpkı Çorum olaylarında olduğu gibi. Tıpkı tek tek yer / olay ismi vermenin imkansız olduğu kürt cinayetlerinde olduğu gibi.

Ama aynı mahkemeler, aynı hukuk taş atan çocuklara, parasız eğitim pankartı açan üniversiteli gençlere "cezalarını" ışık hızıyla verebiliyor. 

Yine aynı adalet sistemi, tam olarak neyle suçlandığı bile belli olmayan gazetecileri 375 gün boyunca tutuklu olarak alıkoyabiliyor. Hem de suç deliline bile gerek görmeden. Zaten ortada bir suç olmasına gerek yok. Düşünün o kadar gelişmiş bir hukuk sistemi! 

Sanırım artık hepimiz Türk hukukunda neyin yasak neyin serbest olduğunu az çok anlıyoruz:

1. Alevileri diri diri yakmak
2. Kürtleri 12 yaşa 13 kurşunla taramak, 
3. Ermenileri sokak ortasında sırtından vurmak 
4. 13 yaşındaki çocuğa bütün köy / kasaba erkekleri olarak toplu tecavüz etmek serbest. Kimse elini korkak alıştırmasın. Sokakta bir Kürt, Alevi, Ermeni görürseniz çekinmeden yakmak, vurmak, taşlamak suretiyle istediğinizi yapabilirsiniz. Mahallenin fakir fukara, hakkını arayamayacak ailesinin çocuğuna tecavüz edebilirsiniz. Hatta şekerle kandırabilirseniz çocuğun da rızası var sayılıyor kanunlar önünde. Hiç düşünmeyin, yapın. Nasılsa ceza almanız söz konusu olmayacak. 

Nasıl olsa burası artık özgürlükler ülkesi! 

Ama özgürlüğün de bir sınırı var. Özgürlüğün sınırı düşüncenin başladığı yerde bitiyor. Kimi yasaklar da olmasa  bu ülke yaşanmaz hale gelirdi. O yüzden, bir insanı veya grubu etnik / dini / fikri kimliğinden dolayı yakma özgürlüğünüzü kullanırken haddinizi bilin ve şunlardan aman ha sakının:

1. Parasız eğitim hakkını savunmak
2. Parasız, kaliteli sağlık hakkını savunmak
3. Anadilde eğitim hakkını savunmak
4. Düşünce özgürlüğünü savunmak
5. Sokaklarda alenen insanların katledilmesini kınamak
6. Kadın haklarını savunmak
7. Kadına şiddeti kınamak
8. Tarafsız gazeteci olmak
9. Hükumet tarafı olmayan herhangi bir tarafta olmak
.
.
.

Kısacası basit birkaç yasağa uyduğumuz sürece ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİNDE yaşıyoruz. Öldürme, yakma, vurma, katletme, tecavüz etme özgürlüğümüz sınırsız. 



20 Ocak 2012 Cuma

anne olmaya hazır mısın?

her kadın belli bir yaşa geldiğinde ana olmanın hayalini kurar. kurmasa da çevre baskısı, anne-baba baskısı yüzünden 30'undan sonra evlat hasreti çektiğini sanmaya başlar. peki evlat yetiştirmek sanıldığı kadar kolay mı? saldım çayıra mevlam kayırır mı? kadının hayatı ne zaman biter ki, en az ilk 3 sene ona muhtaç olan bir bebeye bakmak için kendini feda etsin?

ilk 3 sene bittiğinde dünyanın en mutlu insanı annedir. çünkü bebeği altın çağına gelmiş, yeni dillenmeye başlamış, her yere koştursa da henüz bir şeytana dönüşmemiştir. onu konuya komşuya veya anane & babaanneye emanet edip kendi gününü gün edebilmektedir. bu durum çok uzun sürmez. 4'e geldiği anda yaramazlığı yüzünden konu komşu kabul etmez, anane babaanne yaşlandıklarını ileri sürer, siz yine eve kapanırsınız yavrucağınızla.

sonra okulu başlar, yok ilk kız arkadaşıydı, sivilceleriydi, yok yine mi sınıfta kaldısıydı derken bi bakmışsınız hayat geçmiş.

o yüzden aman kızlar, siz siz olun, çocuk doğurcağınıza bir domuz alın. çünkü o hep 3 yaşındaki bir çocuğun melekliğinde olacak, sizi hiç üzmeyecek.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Yeni kararlar alma vakti


İbrahim Tatlıses vurulduğunda "bunlar hep akp'ye oy toplamak için kurulan tezgahlar. Bi kere kafasından vurulmuş olsa öyle ertesi gün ayağa kalkabilir miydi" gibi komplo teorileri kurulmuştu. Evet, ben de öyle düşünenlerden biriydim. Nitekim adam akp'den milletvekili adayı olacağını açıklamıştı; olay çok şüpheli görünüyordu. Bugün twitterı çalkalayan haberle beraber bu komplo teorisi de çürütülmüş oldu.

Ölümle burun buruna gelen dadluses, ömrünün son günlerini evli mutlu çocuklu bir mafya babası olarak geçirmeye karar verdi. bu da gösteriyor ki adam gerçekten ölümden dönmüş.

Geçenlerde ben de ölümden döndüm. Kafamdan vurulmadım ben, hayır. ama insanlara olan güvenimi kaybettim ve yaşam sevincim elimden uçup gitti. hayatın anlamını sorgulamaya başladım; ki hayatın anlamını sorgulamaya başladıysanız bilin ki hayatın anlamı kalmamış, siz de yaşayan bir ölü haline gelmişsinizdir. Tam 3 günüm böyle geçti. üç gün bitkisel hayatta kaldım desek, bence ölümden dönme konusunda Dadluses'e taktım denebilir.

3 günün sonnunda bir gün yine yorganı kafama çekmiş acıların kadını şarkısı dilimdeyken iyileşmeye başladım. Bir anda oldu diyebilirim; ilk adımda aklıma şu geldi, "madem bu kadar acı çekip hayatın anlamını sorgulamaya başladım, demek ki şimdi bir adım sonra zirveye tırmanıcam. (çünkü her inişin mükemmel bir çıkışı vardır). E 3 gün de acı çekmek için yeterince uzun olduğuna göre, uzatmaya gerenk yok" dedim kendi kendime. Sonra bizimkilerin yazlığına gittim kafamı dinlemeye. filmlerde hep öyle olur, depresyondan çıkmak için uzuuuuun sapsarı kumsalı olan ve nasıl oluyorsa sadece asıl karakterin keşfettiği mükemmel bakir bir sahil kasabasında kafasını dinler. ben de nasıl olduğunu anlamadığım bi şekilde hala keşfedilmemiş ve kilometrelerce sahilinde tek başıma kalabildiğim yazlığa gidip kendimi film kahramanı gibi hissettim. Geceleri bütün samanyolunun görüldüğü gökyüzü, gündüzleri altın gibi kumu ve kristal gibi suyuyla rüzgarın altında uyuduğum kumsalı ve sanki kafan güzelmiş gibi hiç geçmeyen zaman derdime deva olacaktı.

Oldu da.. 3-4 gün sonra yepyeni bir insandım. Hiç yeni kararlar almadım. Sadece bir sonuca vardım o kadar: Hayat benim hayatım olduğuna göre benden önemli hiçbir şey yok. Sonra 5. gün oldu. sonra 6. sonra 7... 8. gün ben tekrar depresyondaydım. Bu kadar güzel ve bakir bir yerde 4 günden fazla kalmak önerilmiyormuş meğer. Sonradan araştırdım, bilim adamları açıklama yapmış: fazla doğallık insan bünyesindeki kimi hormonları tetikleyerek gaza getiriyor ve beyindeki kimi teenage hormonlarını aktive ederek geç ergenlik bunalımına yol açıyormuş. Aman siz siz olun...

Neyse ki tam zamanında eve döndüm de bunalımım kronikleşmediğinden vardığım sonuçla yaşamaya başlayabildim. Artık işle ilgili hiçbir sorun canımı sıkamazdı; çünkü hayata çalışmak iiçin gelmemiştim. Artık aşkla ilgili hiçbir şey de moralimi bozamazdı: çünkü aşk sadece mutlu olmak için bir araçtı. Hayat ne güzeldi lan o birkaç hafta!

Sonra ne olduğunu anlamadım: bir de bakmışım freelance işler geldikçe beni bir strestir alıp gidiyor. Neyse dedim kendi kendime, derdin iş olsun.

Geçen hafta derdim işle kalmadı dostlarım. Arkadaşlarla içiyorduk. Ben hayatımdan hala memnundum. Sonra gençten bir delikanlıyla göz göze geldik. "Olur böyle şeyler, rahat ol, aşık olmicaksın zaten" dedim kendi kendime. Tanıştık, kaynaştık. Çok şeker, dünyanın en kibar, en sevimli, en şeytan tüylüsü.. şuan için bir sorunumuz yok ama şimdiden "sorunuMUZ" demem bile beni korkutmaya yetiyor. hem daha aşık da olmadım ama ya olursam?! aslına bakılırsa şuan için her şey çok güzel, gözlerimin içine bakıp gülümsedi geçen çok hoşuma gitti... bakın işte tekrar başa döndük. benden adam olmaz.

16 Ağustos 2011 Salı

çok değişmedim

http://youtu.be/DHSbRKFH_k0

Şarkıların yeniden heyecan verdiği günler başlıyor. Belki de evimden çıkan minik fare aptallaştırmıştır beni? yok yok... birçok sebebi olabilir. yeni ev arayışları, serinleyip bahara dönen mevsim, haftasonu alınan ada havası, farenin evde olup olmadığını bilmemenin verdiği merak, bilmemenin verdiği merak, verdiği merak, merak...

küçükken de çekirgelerin karnında ne olduğunu merak edip zavallıcıkları ameliyat ederdim. çok caniymişim lan. kendimden utandım, devam edemicem!

2 Ağustos 2011 Salı

diyalektiği olabildiğince yanlış anlamak istiyorum



Her hikayenin bir devamı olması ne garip di mi? Mutlu ya da mutsuz son yok. Hep bir tatminsizlik var bu yüzden. hep o sonun devamına duyulan merak var. Bu yüzden mi bitişleri kabullenemiyoruz acaba? bilimde sonlar yoktur. yoktan var oluş olmadığına göre nasıl var olan bir şey yok olabilir ki? 

o zaman ne oldu hayatıma giren ve çıkan onca insana, sevdiğim ama sonradan kaybettğim o kadar kediye köpeğe ne oldu? benim için okulla beraber osmanlıca da bitmedi mi? ortaokul dostlarım nerdeler? kreşte "o benim kocam" dediğim engin nerde? güneşin altında bronzlaşmaya bıraktığım zavallı alabalığım benim hayatımın neresinde kaldı? papik öldükten sonra, her şey onun ve bizim için bitmedi mi aslında? peki ya syman? hani eski sevgiliden çok hep içimi ferahlatan bir arkadaşım olacaktı? olmadı sandığımda belki de yanıldım mı? ölüm bir son değil mi? 

bunu düşünerek başlamamıştım aslında. hikayelerin sonu hep acıklı olmalı bence. o yüzden ölüme döndü düşüncelerim.. ama bir sonumuz yoksa, hikayenin acıklı olmasına da gerek yok. bitmeyecek her şey mutlu yaşanmalı. yoksa hiç başlamamalı hikayeye. çünkü acı son zevk verebilirdi ama bitmeyen bir acıyı kimse hak etmez. 

1 Ağustos 2011 Pazartesi

İsyanım sana değil; hayata


Aynı şarkıyı günlerce üst üste dinlemek gerçekten bir ruhsal çöküntü delaleti midir? Eğer öyleyse ruhum çökmüş ve ben enkaz altında kurtarılmayı bekliyor olabilirim.

Günlük mahiyetinde tuttuğum bu blogu bir baştan sona okumaya yeltendim geçenlerde. Çok sıkıcıymış lan, 3 yazı okuyabildim. Vardığım sonuçsa şu; meğer benim derdim tasam hiç bitmemiş. İç dünyam hep bir zifiri karanlık hep isli puslu. Bu durumda sanat-sepet tayfasında yer almam gerekirken, o da yok. Üstelik inanamıyorum, iyi bir sanatçının bütün özelliklerini taşırken nasıl olur da bir Cin Ali çizmekten aciz olurum? Ben de sebepsiz bunalımlara giriyorum, ben de özgür ama beni yiyip bitiren ilişkiler yaşıyorum, ben de bazen içime kapanıp herkesten köşe bucak kaçıyorum. Boşuna mı yani?

Hayır, boşuna olamaz. Ben sanatçıyım işte, biliyorum... Resim olmadı müzik olur. Şimdi yaklaşan yeni depresif dönemimde müziğe el atmaya karar verdim. yeni dönem depresyonumu heyecanla bekliyorum, bu sefer çok güzel olucak!

22 Temmuz 2011 Cuma

Asam (devamı)

İnsanın aldığı kimi kararlar, yılbaşı ertesi kararlarına benzer. Devamlı başarısızlıkla sonuçlanır, her başarısızlıkta yeni hayal kırıklıkları getirirler. Delikanlı başarısızlığa doğuştan mahkumdu. Bu kararı da yılbaşı ertesi kararları gibi ona hüzünden başka bir şey getirmeyecekti vesselam. Her başarısızlıkta hayatının yönünü 180 derece değiştirip yeni bir insan kılığıyla çıktı hayatın karşısına. Bu kadar kılık değiştirmesi, onu sadece iyi bir oyuncu yaptı. Her şey bir oyundu onun için artık, herkes seyirci...

Birgün bir kız onun yüzünü okşayacaktı. Sonra saçlarını... Bu onun için romantik bir sahneydi. Rolünü olabildiğince doğal oynayacaktı. Sonunda kimseden alkış almaması ise sanatçı egosunu tahrip edecek, yeni rollerde kendini kanıtlama şevki verecekti ona.

Ama o güne daha çok vardı. O gün gelene kadar, bencilliği özümsemesi gerekiyordu önce. Yalan söylerken yüzünü kızartmamaya alışmalı, rol yaparken elinin titremesini önlemeliydi. Bunların hiçbiri için çaba sarfetmesine gerek kalmadı delikanlının. Sadece kendini akışa bıraktı ve edindiği bütün tecrübeler onu bu şekilde yoğurdu.

Bir kediyi eğitemezsiniz. O kendi tecrübelerine göre hayatına yön verir, karakterini kendisi oluşturur. Her kedi, yaşadığı olaylardan kendine göre sonuçlar çıkarır. Kimisi huysuz olur, kimisi mülaim. Kimisi ise asidir. Ne yaşarsa yaşasın, kaybetmekten korkmaz.

İnsanlar da böyledir işte. Hepsinin deneyimlediği olaylar birbirine benzer. Ama hiçbiri bu olaylardan aynı sonucu çıkarmaz. Kimisi korkaklaşır kabuğuna çekilir, kimisi hayata daha sıkı bağlanır ve bazısı da katlanmaktan, yeni deneyimler edinmekten kaçıp terk-i diyar eyler bu dünyadan.

Asam’ın neyi seçtiğinin pek bir önemi yok. Dünyayı terk etmedikçe insanoğlu, seçimleri gün be gün değişir zaten.  

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Asam'a devam

O gün, en yakın dostunu kaybetti Asam. Dost acı söylerdi belki ama asla acıtmak için söylememeliydi. Sağır olduğu için de dostunun çığlık çığlığa haykırdığı asıl isyanını duyamamış, onu anlayamamıştı. Böylece hayatta ilk büyük kaybını yaşadı. Kaybetme korkusu da böylece içine yerleşti.

Ünlü düşünür Rocky'nin de dediği gibi, yalnızca kaybetmekten korkmadığınız zaman kazanırsınız. Bu korkuyla kaybetmeye mahkum oldu Asam. Zaten sağır olan kulaklarına bir de cesaretsiz yüreği eklendi. Elele verip onu yaşamın en güzel duygularından mahrum ettiler yıllarca.

20 yaşına geldiğinde bir kadına aşık olmaya cesaret etti sonunda. Kadın ne onun sağır kulaklarını yadırgadı ne de korkak kalbini. Çünkü o da Asam gibiydi. Hatta belki de Asam'ın sağır olduğunu farketmemişti bile kendisi de duymadığı için. Onun da yaşamaya cesareti olmadığı için karşısındaki korkak ona gözü kara bir şovalye görünmüştü belki de. Kıssadan hisse, bu aşk burada doğmuş oldu ama yakında öleceği çok belliydi. Zaten aşkları ölmese bu zavallı çiftin sonu intihar olurdu.

Asam kendini o kadar kaptırdı ki kadına, kaybetme korkusu tek duygusu haline geldi. Bu korkuyla ona sımsıkı sarılmak istedi. Her adımında yanında olmak, onu mutlu etmek, ona yaranmak...

İnsan kendini sevmeli önce. Kendini mutlu etmeli. Mutsuz bir erkek bir kadını nasıl mutlu edebilir ki? O da edemedi nitekim. Onun her adımında kadın iki adım geriledi. Kendisine verilmek istenen mutluluk onu bir buhrana soktu.

Kadın, mutluluğu hak ettiğine inanmıyordu anlayacağınız üzere. Eğer birisine ilk görüşte aşık olduysanız ve ondan da karşılık geldiğinde kaçma eğilimi gösteriyorsanız, siz belli ki kendinizden nefret ediyorsunuzdur. Bu kadının içindeki nefret de kendineydi.

"Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız."
                                                                                    Şahabettin

Kadın devamlı kusur buldu delikanlının yaptığı her jeste. Onun sevgisine, varlığına kusur buldu içten içe. Çünkü, kendi kusuru büyüktü: benliğine nefret.

Böylece hayatında ikinci kez kaybetti Asam. Bu seferki kayıp onda ikiyüzlü bir iz bıraktı. İçindeki kaybetme korkusu ne kadar büyüdüyse, cesur görünme isteği o derece arttı.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Günün içinden bir trajedi (devamı)

Bu delikanlının bir de ismi vardı çoğu insanın olduğu gibi. Adı Asam'dı. Ana babası ona Asam demişti; çünkü onun asam olduğu doğduğu günden belliydi. Kendi ağlamasını duyamıyor, duyuramadığını sandığından hep daha çok bağırıyordu. Böylece kaderi ismiyle yazılmış oldu. Artık kimseyi gerçekten duyamayacaktı.

Liseye başlayana kadar bu durumun farkına varamadı. O sebeple, hayatının uzunca bir süresinde insanları dinledi. Olayları, değişimleri, gelişimleri dinledi hep. Ta ki liseye başladığı sene en yakın arkadaşından gerçeği duyana kadar. Renklerin birbirine karıştığı, bulanık bir bahar günüydü. Ergenlik sivilceleri hava değişimden daha da bir olgunlaşmış gençler, bedenleriyle ruhları arasındaki farkın bunalımını yaşıyorlardı. Arkadaşı ona, "sana anlattığım her şey beni pişman ediyor. sen bir zaman kaybından başka bir şey değilsin. Çünkü kelimeler kulak zarına çarpıp geri dönüyor ve sen sana ulaşan yankılardan yargılara varıyorsun." demişti. O gün delikanlı adının anlamını kavradı. Bir daha da hiç sorgulamadı. Sadece dinlemeyi bıraktı.

Belki arkadaşının söyledikleri baştan aşağı doğruydu. Hatta belki dünya tarihinde bundan daha doğru bir kelam hiç edilmemişti. Ama arkadaşı, bunları söylerken kelimelerin anlamına değil, ne kadar acıttığına bakmıştı sadece. Gençler acımasız olurlar. Tıpkı Asam'ın ona acımaması, onun cılız bedenini diğerlerinden korurken aslında kendi gücünü kanıtlayıp onun güçsüzlüğünden yararlanması gibi, o da Asam'ın farkında olmadığı sağırlığından faydalanmış ve ona acımasızca saldırmıştı işte.  Farkında olmadan bir insanın hayatını çözümlemek, ona gerçekleri göstermek hiç de küçük bir iş değil.

17 Temmuz 2011 Pazar

Delikanlı herkesin gözünde cellat değildir

Kızın celladı olan delikanlı, aslında hayatı yakalamak için çaba sarfeden bir meraklıydı. Meraklıydı, her şey onun için bir muallaktı. Hayatı bu yüzden seviyor, kızdan bu noktada ayrılıyordu. Kız, hayatı her şeyiyle sevmeyi bıraktığı anda hiçbir benzerlikleri kalmamıştı. İki kardeşe dönüştüler. Kardeşler birbirinden her zaman ayrılır. Biri, diğerinin karakterini zıtlaştırır kendine. Delikanlı da aslında bunu yapmıştı kıza.

Ama her şeyin bir sebebi vardı doğada. Kişiler, özgürlüklerinin sınırlanacağını anladıkları vakit o sınırı kaldırmak için canla başla mücadele ederler. Delikanlı bunu hissetti. Çünkü onun lugatında aşk demek bağımlılık demekti. Bir başkasıyla bütünleşmek, onun boyunduruğu altına girmek demekti. Onu boyunduruk altına almak demekti aşk. Bu kimi korkutmaz ki? Hele delikanlı kadar hayatında bağımlılığı olan bir insansan, kat be kat kaçarsın yeni bir bağımlılıktan.

Her şeyden önce, geçmişine bağımlıydı. Onu bırakmamak, yine de hayatı yakalamak mümkün değildir. Kendini kandırmaksa her zaman kolay. Aslında kolaycı sayılmazdı pek, o yüzden kendini kandırdığının bilincinde olup her şeyi daha da zorlaştırıyordu.

Geçmişten kopmak kolay değildir. Çünkü zaman öyle bir kavramdır ki, bir salise öncesi de geçer gider ve sen onu daha yakalayamadan, daha ne yaşadığını anlayamadan bitmiştir artık. Bunu kabullenmek, geçen her saliseye olgunlukla güle güle demek sadece iki buçuk milyon insandan birine nasib olur. Ne yazık ki sözü geçen bireylerden hiçbiri bu ulvi yeteneğe sahip değildi. Ama hiçbirinin zaman mefhumuyla delikanlı kadar derin dertleri yoktu.. Bu yüzden onu anlayamazlardı. O da bunun farkındaydı nitekim. Kızın onu anlamayacağını biliyordu en baştan. Kaçırdığı nokta ise şuydu: kim kimi kendisi kadar iyi anlayabilir ki?

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Günün içinden bir trajedi (devamı)


Kimdi meczup?
Ya kızdı, ya kuzeni, ya delikanlı ya da çöpçü. Bunların biri aklını çoktan yitirmiş olmalıydı. Kız böyle düşünüyordu artık. Herkesten şüphedeydi, kendi dahil. Sanki sairfilmenamdı bir süredir; her şey gri bir sisle çevriliydi. Bu sisin içinde bir görünüp bir kaybolan hayatın ta kendisiydi. Onu yakalayamıyordu.  Yakalamak için bir çabası da yoktu nitekim.

Çünkü hayat bir amaç için direnir.

Kız ise inatçı ne varsa uzak durmaya and içmişti. Bu yemin, delikanlıyla yaşadıkları dördüncü dilsiz geceye denk gelir. O gece, konuşmayı yasaklamıştı delikanlı kıza. “Sadece ben aklımdan geçenleri söyleyebilirim bu gece; çünkü benim aklımdan geçenler bizi sıkmayacak kadar ilintisiz konular bizimle. Sen konuşursan, aşkın verdiği saçmalama arzusunu yenemeyeceksin. Ben bu zırvaları çekemeyecek kadar tecrübeliyim.” Demişti. Kız onu anlamaktan acizdi. Onu anladığı an, kendini olmayan bir hikayenin ıssızlığında bulacaktı çünkü. O ise yarattığı hikayenin verdiği acıdan mesuttu. Bütün gece konuştu. Ama sesi hiç çıkmadı. Delikanlı inat etmişti onu duymamak için. Tıpkı o, delikanlının umursamaz sözlerini duymamak için nasıl inat ettiyse...
Ve böylece, inattan tiksindi kız. İnatçıdan nefret etti. Hayatla o gün zıt düştüler. 

Günün içinden bir trajedi







Bu haber günümü kararttı. Kendi kendimle derin bir cebelleşme içine girdim.


Benim sonum bu mu?

Gayet normal, işinde gücünde, arkadaşlarıyla iyi geçinen, aile büyüklerini sayan, bayramda seyranda el öpen bir genç kızın dramını anlatacağım şimdi size.

Kızımız, hayatı seven, olduğu gibi kabul eden, vatanına milletine hayırlı bir gençti. Hayatta bazı hedefleri vardı ve bunları geçrekleştirmek için canla başla çırpınıyordu. Daha iyi bir reklam yazarı olmak, sektördeki gelişmelerden haberdar olmak, bir de ileride uzun metraj film senaryoları yazmak gibi mütevazi hedeflerdi bunlar.

Arkadaşları vardı...

Onlarla her genç kız gibi dedikodu yapıp çekirdek çıtlatmak, yeri geldiğinde çılgın partilerde boy göstermek, yeri geldiğinde evinde kedi gibi film izlemek onun uyumlu yapısının kanıtıydı.

Dinle imanla ilgisi yoktu belki ama evren ve kozmik olaylar konusunda da kafayı sıyırmış bir manyak değildi. Sığınma zorunluluğu hissetmemişti hiç.

Sonra bir gün...

Her zamanki gibi sıradan bir gündü. Arkadaşlarıyla dolma sarıp dedikodu yapıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başka bir arkadaş grubunun Peyote'de olduğunu öğrenip oraya gitti. Uyumlu kişiliği sayesinde ortama saniyesinde ayak uydurmuştu. Biralar içiliyor, gelecek festival programları konuşuluyordu. Herkes çocuklar gibi şendi o gece. Kızımız onu bekleyen felaketin farkında değildi henüz.

O an geldi...

Delikanlı, soğuk bir gölge gibi belirdi. O soğuk gölge, kızın içine işledi. Nedeni yok. Beyaz atlı bir prens değildi. O, daha çok bir seri katilin karanlık bakışlarına sahip, elleri kuş kadar narin, bedeni yaprak kadar hafif bir cellada benziyordu.

Belki de bu yüzden aşık oldu kız...

Gel zaman git zaman, kader celladı kızın karşısına çıkardı. "PAT" diye beklemediği bir anda hatırladı kız. Zaten yıllar öncesinden tanıdığı bir yüz olduğunu. Kafasında beliren tek bir sahne vardı yıllar öncesine ait. Delikanlının yeni yetme bir ergenken kafasını sıranın üzerine koyup uyuduğu görüntü. O zamanlar aklından "bu çocuk devamlı hayal kuruyor" geçmişti. Halbuki hayal kuran kendisiydi.

Mutlu son mu yaklaşıyordu, trajik mi?

Hayat bir trajedi olduğuna göre, yaklaşan sonun mutlu olmasını bekleyemezsiniz. Kız, delikanlının yüzünü okşadı. Sonra saçlarını. İşte ölümcül bir hata. Bir celladın saçlarını okşadığınızda, kadim laneti canlandırırsınız. Bu lanet, size hayatı sorgulatır, sizi güneşten soğutur, gölgede bile içinizi yakar. Bir kere lanetlendiyseniz artık dönüşü yoktur. Her şeyden sıkılır, olmadık yerlerde olmadık şeyler söylemeye başlarsınız. İnsanlar size üzülür; ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktur sizin için.

Kızımız lanetlendi... 

Bu lanet yüzünden sığınacak bir şey aradı ve kozmik güçlere kendini adamak istedi. Evrene yalvardı, "ne olur, şimdi beni ota çevir ki hiçbir şey hissetmeyeyim" diye... ama nafile.

Evren onu bir kere lanetlemişti, neden onu bu acıdan kurtarsın ki?


Kara kara düşünmeye başladı...

"Neden ben?" diyordu. Bu hallerine bir anlam veremiyordu. Eski neşesine kavuşmak, hayattan zevk almak onun için artık çok uzak bir hayaldi. Ömrünün kalanını bir kara büyüyle geçirecekti ve bunun farkındaydı. Ama farkında olmadığı bir şey vardı. 

Kara büyüyü kendi kendisine yapmıştı o...

Hayat dümdüz geçmez. Bunu her aklı selim dünyalı bilir ve kalbinde bu acıyla yaşar. Her dünyevi canlı hisseder ki, mutlu günler mutsuzluğun habercisidir. Bunun sebebini kişi kendisinde ararsa, hali nicedir. Çünkü en doğru şeyi yapmış olur. Hayatta doğru şeyler yapmaksa, biz insanların kendi sonunu hazırlama yöntemidir. 

Sonunu itinayla hazırladı...

Bunu bilerek yaptı. Zevkten mahrum kalmak istedi kız. Zevkten mahrum kalmanın tek yolu vardı. Kendini anın tadını almaya adamak. O anlardır ki, sen gelmesini istersen peşini bırakmazlar. Ve böyle tadı olan anlar, çok sık yaşandığında önemini kaybederler. 

Bir haftasonu kaçamağıydı...

Sahilde uzanmış, rüzgarın incecik kum taneleriyle evrenin şamarını yiyordu. Bir şamar da yanında yatmakta olan kuzeninden geldi. "Sen anın tadını yaşamayı bilmiyorsun. 'Beyaz atlı prens değil' diyorsun, ama yine de onu düşünüyorsun. Bırak onun cellatlığı sana zevk versin, bir de rengarenk atları olan prensler, şaklabanlar hatta saray çöpçüleri de girsin hayatına" 

Beyninde bir boşluk dolmuştu...

Gerçek anlamda bir aydınlanma yaşadı kız. Daha önce duymadığı bir şey olduğundan değil. Daha önce düşünmediği bir noktaya varmıştı yalnızca. Bir şeylerin anlamını yitirmesi, o şeylerin sıklıkla yaşanmasına bağlıydı. Kızsa hayatında anlam istemiyordu. İşte her şey bu kadar basitti. 

Hayatına bir çöpçü sokmaya karar verdi...
Bu çöpçü, ona bütün duyguların en yorucularını yaşatacak, onu günden güne duygusuzluğa mahkum edecek, işinin ehli bir çöpçü olmalıydı. Zaten çöpçü olmasının da bir sebebi vardı; ne kadar kirli his varsa silip süpürmek. 
Bir insan bir şeyi isterse, o şey olmuş demektir. Kız bunu istediğinde bunun olduğunu biliyordu. O çöpçü onun hayatına girmiş ve aşkın en bencil, dostluğun en kalleş, eğlencenin en işkenceli noktalarını yaşatmaya başlamıştı bile ona. Sevgiye muhtac olduğu anları kolluyor ve tam o anda canını yakabildiği kadar yakıyordu. Çünkü bu çöpçü feleğin çemberinden geçmişti.  Hayatı sadece çöp toplamaktan ibaret değildi; aynı zamanda sevgi arsızı kadınların özel anlarını kollamaktı en büyük zevki. Bu anları yakaladığında onlara ne yapmaması gerektiğini öğrenmişti. Onlara sevgi vermemeliydi.  Nefret vermeli, hırs almalıydı. Hırs, sevgiden daha güçlü ve yüce bir duygudur. Her insanoğlunun harcı değildir hırslanmak.  Çöpçünün misyonu, hayatına girdiği kadınlara bu yüce duyguyu yaşatmaktı.
Kızın canı o kadar yandı ki, hırsı bütün iliklerinde hissetmeye başladı. Adam ona nefretini veriyordu, o insanlığa kinini. Böylece vücudu çürümeye başladı. Kuantum nedir biliyor musun? Kuantum, ruhunun bedenini ele geçirmesidir. Normal insanların bedeni ruhuna hükmederken, ruhu can çekişen insanların ruhu bedenini ele geçirir. İşte kıza olan da buydu. Benliğindeki kin ve hırs, vüdunu yok etmeye çalışıyordu. Aynaya bakamayacak duruma gelmeliydi. Böylece çöpçünün nefretini hak edecekti. 

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Hippiliğe giriş



Sevgili ablam, haftaya Muğla'daki trans parti-festivale gidiyor. Dünyanın her yerinden sarı sarı hippiler gelecek, transa geçeceklermiş. Bunu duyunca "ben de geliyorum" dedim. "sen gelemezsin, sadece hippiler gelebilir" dedi. inanın, hırsımdan ağladım.

Ben de hippi olabilirim. Her şeyden önce sırtımda haspel kader yapılmış bir güneş dövmesi var. hem de artık 10 sene olduğu için solmaya başladı ve tam hippi kıvamına geldi. demek ki hippiliğin en önemli ve ilk öğesini aslında taşıyorum. 

ikinci adıma geçmem şart. sadece bir haftam kaldı. tanrım beni baştan yarat, bu sefer hippi yapıver. 

ikinci adım, yıkanmamak. benim için hiç de zor değil. saçıma fön çektirdiğimde paralar boşa gitmesin diye 1 hafta yıkamamışlığım var. yine yaparım. bu durumda ikinci adımı da garantiledim. Tüh, keşke bu sabah duş almasaydım! 

bu kadarı yetmez. o kadar hırslıyım ki, herkese gerçek bir hippi nasıl olur göstermek istiyorum. sonuna kadar gideceğim. bu durumda yapmam gereken şey açık: işi bırakmak. 

bunu yapıcam; ama biraz zamana ihtiyacım var. bu ay bir laptop bir de mp3 çalar alıcam. onları da alıyım işi bırakıyorum. ama işsizken annesinin dizinin dibinde oturan bir hippi olmanın manası yok. o halde bir şekilde para bulmak zorundayım. onu da en hippi yöntemiyle yapmalıyım. yani, çalışan arkadaşlarımın "sevgi, barış, kardeşlik" ilkeleri doğrultusunda sahip olduklarını benimle paylaşmalarını sağlayarak. evine yerleşebileceğim birkaç kişi var. onlar da aklımın bir köşesinde. 

bir de babası belli olmayan çocuk yapmam gerekiyor galiba. o iş kolay ama sonucunda bir aile dramı yaşamak da var. ah ablacığım, yuvamızı sen yıktın! hippi olamassın demeyecektin bana. şimdi bu babasız çocuğu annemle babama sen anlat. 

son olarak benim için kolay başkaları için içler acısı olan son bir şey yapmam gerekiyor. koltukaltı kıllarını uzatıp örülecek kıvama getirmek. bunları göğsünü gere gere açmak. kaşlarımı zaten 2 senedir saldım gitti. o da benim için bir artı puan oldu. 

hippi olma yolunda çok istikrarlıyım. haftaya benim gibi başarılı hippi kardeşlerimle transa girecek, onlarla hayatın anlamını, özgür aşkı ve sevginin gücünü tartışacağım. ve ablam müberranın hırslı iş kadını kişiliğini deşifre edip onu afaroz ettireceğim. hem belki serseri mayın gibi dolaşmaktan vaz geçip kendini kariyerine adamasına yardımım dokunur. 
 

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ne varsa atasporlarımızda var


Futbola yakından bakmanın vakti geldi. Şike operasyonundan bahsetmiyorum; nasılsa şike yapmak haram değilmiş.

Ben hayatın tam içinden, futbol-kadın-erkek üçlemesinden bahsediyorum. İkili ilişkileri çözmenin tek yolu futbola yeni bir gözle bakmak. Futbol terimlerini bilmeden, "gol", "kornerden dönmek", "sahalara yeniden çıkmak" ASLINDA ne anlama geliyor bilmeden erkekleri anlamamızın imkanı yok. O zaman kolları sıvayalım:

ŞİKE: Maddi ya da manevi rüşvet karşılığında bir futbol karşılaşmasının sonucunu önceden belirlemek.

GERÇEK ANLAMDA ŞİKE: Bir kadın veya bir erkeğin karşı cinsin kendisi hakkındaki duygu ve düşüncelerini değiştirmek için başvurulan yöntemler. Mesela bir erkeğin kadına mesajlar atması, araması sorması cinsel münasebet sonrası kesiliyorsa muhtemelen erkeğin baştaki davranışları tamamen şikedir.

DİREKTEN DÖNEN TOP: Gole koşan bir adet futbol insanının kaleyi yanlış hesaplayarak topu kalenin ortasına değil de kalenin direğine atması, topun direğe çarparak kale dışına çıkması.

GERÇEK ANLAMDA DİREKTEN DÖNEN TOP: Kadın ve erkek kişilerinden birinin bir diğerini tavlamak için yaptığı hamlelerin yerine isabet etmeyerek amacına ulaşamaması.

KORNER: Kaleci veya defans oyuncusu topa müdahale ettiğinde top kale çizgisinden dışarı çıkardıysa karşı taraf lehine kale çizgisi ile yan çizgi arasından verilen serbest vuruş hakkı.

GERÇEK ANLAMDA KORNER: İki erkek bir kadın veya iki kadın bir erkek arasında yaşanan mücadelede taraflardan biri karşı cinsi etkileme adına yaptığı hamlede başarısız olursa karşı cins ikinci seçenek lehine serbest kurlaşma hakkını verir.

GOL: Bir adet futbolcunun, dört tarafı fileden örülmüş ağla kaplı, ön yüzü açık bir kutu olan kaleye ağırlığıyla meşhur futbola özel topu sokması.

GERÇEK ANLAMDA GOL: Kadınla erkeğin cinsel münasebeti.

Ben futboldan şunu anlıyorum; şike varsa cezası da olmalı, bir adam seni aradı mesajlar attı ve espriler yapıp seni güldürdü. Sonunda senin de gönlün olduğıundan kelli gole gittin. Sonra bir de baktın durum değişti. Ne yapacaksın? Şikenin cezasını vereceksin. Sahalara çıkmasını engelleyeceksin. Nasıl olur bilemiyorum ama gerekirse o top patlatılacak.

Direkten dönen bir topun gole gitme ihtimali yoktur. o top önce başka oyuncuların ayağında seker seker sonunda çok azmedersen sen de bir tur sürersin. Savaşçı bir kişiliğin varsa diğer kadın veya erkek rakiplerinle omuz omuza mücadele et. Mutlaka gole gidersin. Yok ben hiç o kadar hırslı değilimdir diyorsan önümüzdeki maçlara bakacağız de ve adabınla kenara çekil.

Özetle; futbol ne anlamsız bir müessese, ne gerek var? Yağlı güreş varken futbola prim vermeyelim arkadaşlar.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

acımam donklarım



İsteyen bana apaçi desin. itiraz etmiyorum. ama donk diye bir akım çıktı ve ben sevdim ne yalan söyliiim. her şeyden önce pırıl pırıl ingiliz gençlerimiz için trend olduğuna göre başımın üzerinde yeri var.

neymiş bu donk diyenlere yukarıdaki videoyu izlemelerini öneriyorum. 31 dk olduğu için üşengeçlere şöyle bir iki cümleyle özetliyim..

işte herhangi tarz bir müziğin üzerine "donk donk donk donk..............." efektleri ekleniyor, bunu ister hiphopla yap ister davul zurnanın üzerine koy. aynı etkiyi yaratıcağına eminim. bir de donk akımına ayak uydurmak için kocaman sneakerslar, hiphopçı kepleri ve bağyanlar için fosforlu pikini üstleri gerekiyor. tabi bir de haplanmanız ve 13 yaşında olmanız.

bence çok eğlenceli. bir de şu ingiliz ergen kızları ağızlarını yaya yaya ağğy dooğnk on iiyt demeseler daha da bir ısıncam.. yeni kıyafet alıcak param yok. yeni tarzımı oluşturucak parayı buliim, ilk iş  beyaz şahinimi altıma çekip ibrahim tatlısesin üzerine donk yapıcam.

note: itiraf ediyorum ya, spikere hasta oldum yemişim donku.. bağyanlar 31 dakika değil 31 gün de olsa izlenir. benden söylemesi..

Bilimsel Seks Hikayeleri



Kendimi bilime adayacağımı söylerken beni ciddiye almadınız di mi? peh! boş konuşmam ben, adadım. İlk bilimsel tezimi de buradan yazıyorum:

Google'dan seks hikayeleri yazılıp bloguma ulaşılması beni çok derinden etkiledi. Öncelikle neden insanlar normal bir davranış biçimi olan google'a "16'lık çıtır", "hardcore seks", "haydar" gibi terimler yazmayı değil de "seks hikayeleri" yazmayı tercih etsinler? İkincisi, haşin sevişme sahneleri kurabilecekleri bir hikaye yerine benim konusuz ve biçare yazılarımla karşılaşınca ilk tepkileri ne oluyor?

Bütün gece bunu düşündüm. Çünkü bilimsel yöntemin ilk adımı muhakeme etmektir.

Vardığım sonuçlar çok net olmamakla beraber bilimde ilimde irfanda net olan ne var ki? (Evrim teorisi hariç). Her neyse konumuza dönelim: Ben bütün gece kendimi bu insanların yerine koydum. Şimdi çok canım çekmiş diyelim ki, "hay bir fakfinifikfok hayali kursam" demişim ama iş bu ya, hayal gücüm durmuş o an. İşte o noktada işin içinden bir müddet çıkamadım. Bir insanın ıssız bir ada konusunda hayal gücü durabilir ama bu konuda google'a yazacak kadar kararlıysa kafasının tıkır tıkır çalışması gerekmez mi? Neyse ben kendi düşlerimi bilim uğruna feda ettim, aklıma gelenleri ışık hızıyla kovaladım. İşte o zaman "ne yapsam, ne etsem" diye düşünürken "aaa google'a yazıyım lan! kesin çıkar" dedim. Google'a "bana öyle bir seks hikayesi getir ki, konusu romantik olsun, içinde entrika da olsun; ama seks paragraflarında coşsun" yazdım.

Buraya kadar okey miyiz?

Peki google ne yaptı? Şerefsiz google bir angelina, liona, corç üçlemeli hikaye yerine getirdi karşıma "bu hayat bana mı bayat" diyen ahlaksız terbiyesiz bir blogu! Gecenin 4'ünde kalkıp blogumu açıp sanki daha önce hiç okumamış da seks hikayesi aramaya gelmiş gibi bir gözle baktım. İnanın küfür ettim. Cımbızla cinsel terimler aradım, evet aralardan çıkmadı değil baya da çıktı. heleki meme ve göt kelimeleri gırla. Ama yazar hikayeyi bütünleyememiş ki anasını satıyım. nasıl hayal kurayım? her "meme" kelimesinde tahrik olmaya çalıştım ama bir sonraki cümle beni hep düşürdü. Küfür ede ede okuyup ağlaya ağlaya uyudum a dostlar.

Şimdi bilimsel çalışma bunun neresinde diyenlere:

Bugün de denek olarak kendimi gözlemliyorum. Gerçekten de halet-i ruhiyem pek vahim bu sabah. sanki böyle dün birisi bütün mal varlığımı çalıp kaçmış da ben de göz göre göre arkasından el sallamımşım gibi. Kısa vadede ruhsal çöküntüye uğrattığını keşfettim. Bundan sonraki aşama tabi ki bunu periyodik olarak tekrarlayıp hayatımdaki değişiklikleri gözlemlemek.

Bence ilk bilimsel çalışma için gayet güzel oldu. Oldu oldu..

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Balkanlardan gelen huzur dalgası



Blogumun çizgisini değiştirmeye karar verdim. Evet, fark edilmese de blogumun bir çizgisi vardı.

Neden mi değiştirmeye karar verdim? Çünkü artık hayat bana bayat değil. Ben huzuru buldum. Huzur islamdaymış. şaka lan şaka. Uyuşturucuya başladım da ondan. yok, bu da şaka. Ama ayıptır söylemesi huzuru ilk amsterdam'da bulduğum doğru. Onca güzel insan, kafa da güzelken insana bir hayatı sorgulatıyor haliyle. Böyle bir dünya varken senin hayatındaki sorunun evren için ne önemi olabilir ki? Nitekim bir timoti tanıdım (adını hatırlamıyorum açıkcası, kod adı timoti) o varken ben doğa ana olsam gerisini sallamam. Aman timotiye bir şey olmasın diye bütün toprak su hava enerjimi oraya yönlendiririm. E sağını dönüyorsun timoti solunu dönüyorsun adrian. Doğa ananın bize ayıracak vakti kalır mı? 

Adam haklı. Ben de koy götüne rahvan gitsin diyorum artık. Yani bir Timoti için bunalıma girmedikten sonra kimin için girsem boş. Şu ana kadar şu tertemiz sayfaları doldurduğum hippisiydi, çengisiydi, avare gezeniydi... bunlara şimdi yüzümde bir tebessümle bakmaya başladım dostlarım. Ya gerçekten huzura erdim, ya da şuan farketmesem de timoti bunalımı yaşıyorum. 

note: amsterdam-brüksel-selanik-sarozdaki yazlık gezimi de bilaleyh anlatacağım ama malum bu daha önemli bir konuydu.. önceliği buna verdim.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Artık Yaz Gelsin

Her yeni gün birilerinin sonudur. Bugün de lise 2 öğrencisi Yavuz'un son günüydü. Kıçına soktuğu 25 fitil, etkisini çok hızlı gösterdi. Derdi ölmek değildi. İntihar edecek olsa babasının ırzına geçtiği gün ederdi. Kelimelerle ırzına geçmişti babası, o 13 yaşında bir yeniyetmeyken. "Şerefsiz ibne"yi bir güzel götüne sokmuş sonra bir müddet gidip gelmişti zavallı annesinin bakışları altında. Annesi bu tecavüzü anlamamıştı belki ama ters giden birşey olduğu çok açık olduğundan sorunu oğlunda aramıştı; nitekim baba ne yapsa yeriydi. Oğlunun iyiliği için...
Yavuz'un derdi ölmekle yaşamakla değildi. Sadece evde vibratör olarak kullabileceği birşey bulamamıştı; fitiller işini görecekti. fitiller işini gördü: Tam bu sırada Viyana'da bir grup sanatçı bozuntusu, dünyanın en aşık çiftlerini toplamış ve boğazlarını kestikten sonra kanlarını ünlü Viyana çeşmesinden akıtmaktalardı, bir yandan aşk manifestosunu okurlarken. İşte artık Viyana gerçekten aşıklar şehri. Şehrin göbeği, aşıkların kanlarıyla sulanıyor. Artık oraya gidip de dilek dilemek isteyenler, bozuk para verine sevgililerinin karaciğerini atıyorlar çeşmenin etrafındaki havuza.
Yavuz'un karaciğeri malesef Viyana'daki çeşmeye değil, Karacaahmet mezarlığına atılacak. Çünkü onun tek sevgilisi, evde bulduğu fitillerdi. Onlar da içinde eriyip gittiler.

Gelecek Nesiller Akılcı Yetişmeli



Tanıdığım bir pedagog var; çocuklarına resimle tedavi uyguluyor ve geleceğin şizofrenlerini yetiştiriyor. Onlara muayenehanesinin karşısındaki binanın dökme taştan duvarının içindeki bir insan figürünü göstermiş geçenlerde birgün. "Sizce bu kadın orada neyi bekliyor?" diye sormuş. Hiçbir çocuk, o kadının bir pedagog cinayetine kurban gidip, bu dökme taş duvarın ona mezar olduğunu bilememiş. Kimisi olmayan beyaz atlı prensini bekliyor demiş, kimisi psikopat kardeşinin işkencelerinden saklandığını söylemiş. "Çok iyi niyetli tahminler. Bu hastalar hala iyileşemedi. Bir başka ceset içinse duvarda yer yok. Ne yazık."

İşte herkesin hayatta bir misyonu var. Gelecek nesillere akıllarını kaybetmelerini beklemenin ne kadar anlamsız olduğunu anlatmak; beklemek yerine harekete geçmek ulvi bir görev. Neden kafasına sıkmak için insanoğlu karısını üç erkekle bir yatakta basmayı beklesin ki? Ya da neden damarlarındaki kanı bir kaba boşaltıp yerini alkolle doldurmak için illa da en yakın arkadaşı tarafından dolandırılıp bütün malvarlığını kaybetmeli önce? Çocuktan alıştıracaksın. Bünyen her şeye dayanıklı olacak. İlkokul sıralarında 1 Nisan şakası olarak çantandan bir orta parmak çıksa, gazetelerin 3. sayfa haberleri sana bu kadar koyar mıydı?

21 Nisan 2011 Perşembe

isyanım var




Bu sene bahar gelmeseydi nolurdu? bence dört mevsim çok yorucu. kafa karışıklığından başka birşey değil. noldu şimdi kışa daha yeni alışmıştım, bahar geldi, buna da alışamadan yaz gelicek de ne olacak? ne zevk alıcaz. bunların hepsi ara mevsimler yüzünden oluyor. doya doya yazı kışı yaşayamıyoruz. Neymiş bahar gelmiş, karında arı vızıldaması, şapşal bir baş dönmesi, heyecanlı bakışlar, şizofren ilişkiler... hepsi bahar yüzünden. isyanım var.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Anılar 1: gözümde canlandılar ve birazdan ölecekler

Çer-çöp saklayan, hiçbir şeyi atamayan biri değilim. Hiç acımam, her türlü mektup, kartvizit ve eski fotoğrafı ayda bir Halkalı çöplüğüne gönderirim. o yüzden bana nostalji yaşamak pek nasip olmuyor. Biraz önce tesadüfen ilk dergi yazım önüme çıktı. Ben de nostalji yaşayabildim sonunda. Artık gam yemeden bu yazıyı da çöp kutusuna gönderebilirim.



UÇAKLARIN SEMADA SLALOM DANSI




Formula 1’in papucu dama atılıyor! İnsanoğlunun gözünü uzaya diktiği şu dönemde, bu ilgiden hava sporları da nasibini alıyor. Karada bile baş döndüren Formula 1’i bir de gökyüzünde düşünün. Kalbiniz hızlı hızlı çarpacak, miğdenizde arılar vızıldayacak ve gözleriniz kararacak. İşte heyecanın gökyüzüne yansıması!



Son yıllarda alternatif sporlar denilince akla ilk gelen “Air Race” serisi Red Bull sponsorluğunda başladı. Serinin ilk yarışı 110 bin seyircinin katılımıyla Abu Dabi’de gerçekleşti. Uçakların yerden yalnızca 20 metre yükseklikte ve saatte 450 kilometre hızla birbirinin dibinde biten kuleler arasında uçtuğunu düşünün. Uçmak ne kelime! Aynı zamanda bir sirk akrobatının bile ağzını açık bırakacak manevralar yapmak zorundasınız. Peki bu durumda gözü kararmış ve hatta aklını yemiş olanlar kimler? Bu çılgınlığı izleyen 110 bin kişi mi yoksa gökyüzüyle dalgasını geçen pilotlar mı?



Kimileri için yaşamın anlamı haline gelen bu heyecanı daha yakından tanımakta fayda var. Bundan birkaç yıl önce heyecan, hız ve tutkunun diğer adı Formula 1 yarışlarıydı. 2000’li yıllarda da son sürat devam eden bu yarışlara hayal gücümüzü haddinden fazla zorlamamızı gerektirecek bir yenisi eklendi: Red Bull Air Race World Series. Efsanevi Formula 1 yarışları en fazla izleyiciye sahip spor etkinliği sıfatını yakında kaybederse bunu nedenini Red Bull Air Race World Series pistlerinde aramamız gerekir.



Red Bull Air Race World Series heyecanlı, dinamik, son derece hızlı... Kısacası akıllara ve kalplere zarar bir yarış. Buna gökyüzünde Formula 1 yarışı demek yerinde olur. İşin üstatları bu yarışı bugüne kadar düzenlenen en zaruri slalom yarışı olarak adlandırmakta hiç de haksız sayılmazlar. Saatte 450 kilometreyi bulan hızlarıyla kulelerin arasından geçen uçaklar karşısında heyecan duymamak için insanın ruhsuz olması gerek. Üstelik bu kuleler, 400-1400 metre arasına dikilmiş ve aralarındaki mesafe 14 metreyi geçmiyor. Ve uçaklar yerden yalnızca 20 metre yüksekten uçarak kuleler arasında keskin dönüşler yapıyor. Buna dünyanın en zorlu slalom yarışı denmez de ne denir? Şimdi öteki adı adrenalin olması gereken bu spora biraz daha yakından bakalım.



1920’lerde ABD’de başlayan “hava yarışı” geleneği basit birkaç manevradan ibaret bir hız gösterisi şeklinde gerçekleşiyordu. Ancak uzun yıllar sonra Macar pilot Peter Besenyei, Amerikan modelinde eksik bir şeyler olduğunu fark etti: Pilotun sanatçı yönü! İşte bu önemli eksiğin de giderilmesiyle hayal gücünün ve sanatın (!) sınırlarını zorlayan Red Bull Air Race World Series ortaya çıktı. 2003 yazında konsept belirlenerek Zeltweg’deki Air Power organizasyonunda efsanevi kuleler ilk kez şişirildi ve start alındı. Bu yarışın temellerini atan akrobasi şampiyonu Peter Besenyei ise bu işin hakkını vererek yarışın ilk birincisi oldu.



2004’te Budapeşte’de yapılan Red Bull Air Race ise kaçırılmaması gereken bir görsel şölendi. 1 milyonun üzerinde kişi de bu görsel şöleni kaçırmadı ve Amerikalı Kirby Chambliss’in zaferine tanık oldu. Daha önce bir şampiyona olarak gerçekleşen yarış, 2005 yılında gerçek bir seriye dönüştürüldü. Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dhabi, Hollanda Rotterdam, Avusturya Zeltweg, İrlanda Rock of Cashel, İngiltere Longleat, Macaristan Budapeşte ve Amerika San Francisco’da düzenlenen yarışlarda Amerikalı Mike Mangold şampiyonluğa imzasını attı.



Red Bull Air Race World Series, 17 Mart tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de başladı. En yetenekli pilotlar bile Red Bull Air Race’in katı kuralları karşısında heyecanlanmadan edemiyor. “Bu yarışı ilk duyduğumda, ‘İşte bu gerçek bir şey’ dedim. İlk uçuşumda da nutkum tutuldu!” diyen Amerikalı akrobasi starı Kirby Champless birçok pilota tercüman olmuş. “Kobra figürü” diye adlandırılan hareketi yapabilen tek pilot olan Kirby’nin bile nutku tutuluyorsa diğerlerinin halini siz düşünün. Sonuç ise baştan belliydi. “Air Race”in babası Peter Besenyei, serinin Abu Dabi ayağının birincisi olarak sıfatına yakışır bir sonuç elde etti.



Asıl haberimiz şimdi hız ve adrenalin tutkunlarına geliyor: Red Bull Air Race World Series’e 2006 yılında ev sahipliği yapacak ülkelerden biri de Türkiye olacak. 17 Mart 2006 tarihinde Abu Dabi’de start alacak yarışlar Barselona, Berlin, İstanbul, Budapeşte, Londra ve Amerika’da devam ederek Avusturalya Perth’de son bulacak. 29 Temmuz 2006’da İstanbul’da meraklılarına tam bir görsel şölen yaşatacak olan sanatçı ruhlu pilotların kelimenin tam anlamıyla “ semadaki dans gösterilerini” kaçırmamakta fayda var.

15 Nisan 2011 Cuma

Dikkat, Beyaz Atlı Prensiniz At Hırsızı Olabilir

Birkaç aydır buraya yazmadığım için artık hayatım tazelendi, bahar çiçekleri gibi tomurcuklandı sandınız di mi? Tey!

Beni tanıyanlar bilir, birkaç haftada bir başıma dramatik olaylar gelmezse bu artık yaşamadığım anlamına gelir. Ama geçtiğimiz haftalarda rekorumu kırdım. Baktım böyle birkaç hafta beklemek artık sıkıcı olmaya başladı; bir günde 3 drama yaşasam nasıl olur acaba lan? dedim. Bir günde 3 brazilya dizi izlemek nasıl oluyosa bu da öyle oluyomuş, dışardan izlemek gibi yani, oyuncuları karıştırıyosun artık, dur ya bu karlos muydu rikardo muydu gibi kafa karışıklıklarıyla olayın ehemmiyeti düşüyor. Baştan başlıyorum, sayfayı kapatabilirsin:

Yine günlerden çılgın bir cumartesi, yine mekanlardan peyote. Ben yine ortamın en puşt görüneni kimse gözüme kestirmişim. kaşınıyorum ya ondan. aha dedim ya ben bunu tanıyorum, yıllar önce benim metalci bir ergen olduğum günlerde bir arasokakta tanışmış, çiş kokan merdivenlerde biramızı içerken kendimizce gayet ciddi ve depresif konulardan konuşmuştuk. romanların nüfus cüzdanında T.C vatandaşı yazmazmış onun ana babasındakilerde bile yazmıyormuşmuş bunları anlatmıştı bana, yıllarca ben buna bin katıp kendi çapımda bir tarih yazdım. Romanlar Osmanlı imparatorluğu sırasında vergi vermeyi reddeden tek milletmiş, o yüzden osmanlı onları vatandaşlık haklarından mahrum bırakmış, bu da Türkiye'de aynı mantıkla devam etmiş. Bu benim yazdığım tarihtir, aksini kim iddia edebilir?

Neyse ben gittim delikanlının yamacına, "sen osman değil misin hani şu merdivenlerde oturmuşluğumuz vardı da sen ne kadar iyi darbuka çaldığını anlatmıştın bana vaktiyle!" dedim. Saolsun o da beni tanıdı ve peyotede başlayan bu tatlı muhabbet machine'de devam etti. İşte burdan dillere destan bir aşk doğmuştu, hani doğmuştu?! gel zaman git zaman ilerleyen bu aşkın sonunda hüsranla sonuçlanacağını nereden bilebilirdik ki alev?

Tabi ben özenle cep telefonu kullanmayan kim var araştırıp bulduğum için, osmanın da cep telefonu yoktu.Ben halimden memnun, uslu uslu erkeğimin aklına esip de beni aramasını beklerdim. Birgün iş yerindeki güzide arkadaşım güzide'nin vedasını yapıyorduk. Rakılar açılmış efkarlı aşk şarkıları zeki mürenler dinlenirken içimden bir ses dedi ki: "şimdi seni osman arayacak!". demekki içime doğmuş, beş dakika sonra aradı: "hayatım napıyosun canım?" dedi, o "hayatım" beni benden aldı. artık onun hayatı olmuştum! beni çok seviyor, bensiz bir hayat düşünemiyordu. o yüzden hemen iş arkadaşlarımla tanıştırmaya karar verdim.

İş arkadaşlarımın ilk tepkisi: telefonu yok mu la bunun oldu. Ben de onlara teknolojinin hayatımızı ne kadar yozlaştırdığını, eskiden cep telefonu yokken ne kadar bahtiyar olduğumuzu anlattım. İkna ettim. Sonra sevdiceğim geldi, adımını içeri atmasıyla, tıpkı "Çingeler Zamanı"nında çadırdaki düğün sahnesindeki o kopuş sahnesine dönmüştü ortam. hayranlıkla sarhoş oluverdim. o haliyle zaten sarhoştu. ama hayranlıktan değil. arkadaşlarımla tanıştırırken duyduğum gurur, "evet, bu çocuk patti smith'in kitabından tanıdığınız, yetenekli ama karanlık diyarlarda yaşayan masal kahramanı" diyordu. yetenek kısmını neye dayandırdığımı şimdi çıkaramıyorum.

Osmanla birbirimizi bulmuştuk, kah rakımızdan bir yudum çekiyor, kah karşılıklı "kaynana" eşliğinde göbek atıyorduk. işte hayat yüzüme gülmüş, depresif görünen ama karaköyde bir meyhanede benimle göbek atacak bir beyaz atlı prens sunmuştu bana. işle güçle asla işi olmaz, hızlı yaşar genç ölür bir yiğit bulmuştum sonunda. belki bir gün rock star bile olabilirdi ne malum, ben de onun arkasındaki sihirli kadın olarak tarihin sayfalarında yerimi alırdım.

Bu hikaye çok uzadı, sonucu özetliyorum: gecenin sonunda çantamda cep telefonum, mp3 çalarım ve makyaj malzamelerim de dahil hiçbir şey kalmamıştı. bilin bakalım bunlar nereden çıktı? işte bu beyaz atlı prensin derin ceplerinden. sonra ben de prenses rolüme kapılmış olmalıyım ki "ühü ühü bunu bana nasıl yaparsın osman?" demekle yetindim. halbuki o sırada ağzına bir tane çaksam en azından biraz rahatlamış olacaktım.

Bu birinci dramdı. Buradan aldığım ders şu: Hiçbir kadın, rock star sevgilisinin arkasında kaybolmamalı,. neden ben rock star o da arkamdaki sihirli adam olmasın?
İkincisine kalbi dayanacak olanlara geliyor:

Ertesi gün ağlamaktan şişmiş gözlerimle bir gerçeği daha ortaya çıkardım. Benim eski manitalardan biri meğer depresyondayım ayağına yattığı dönemde üniversiteli bir çıtırla iş pişiriyormuş. tabi önceki gün kaderin sillesini yemiş olan ben, bu masum olaydan çok etkilenmedim, e napalım bir yastıkta kocasınlar demekle yetindim. onun ayrıntılarını da anlatacağım ama şu an hayat bana çok anlamsız göründü. en iyisi bugünlük burada noktalayayım. zaten haftaya bir dram daha yaşar, bunu da araya sıkıştırıp anlatırım. siz de yorulmayın ben de..

Yeni Bir Konser Sezonu Dramı


Konser sezonu açıldı. Tabi ki bu durum beni çocuklar gibi coşturmuyor; bilakis o konser senin bu performans benim ordan oraya uçuşan kelebeklere hasedim büyüdü. Hepsini geldiklere kozaya gönderebilirim. Facebook statüsüne "bugün Maroon 5, yarın Apparat" yazıp nisbet yapan keleş, lafım sana.

Halbuki daha 3 ay önce ne kadar umutlu ve mutluydum. Cihangir'de eve çıkıp ben de çılgınlar gibi eğlenen, sabah yogasına, öğlen sergisine, akşam da konserine giden "cihangir kızları" sınıfına girecektim. Ama hesaplayamadığım birşey varmış...

Arkadaş, kirayı verdikten sonra evden dışarı çıkamayacaksan ne işin var senin Cihangir'de? Git Sarıgazi'de iki göz bir evde yaşa, akşam Maroon 5'a gidecek paran da cebinde kalsın değil mi? Cebinde kalan parayla paşalar gibi olmasa da orta direk bir vatandaş gibi gez toz gününü gün et. İşte zamanında bunları düşünemediğim için şimdi cihangir'deki mülteci evimde akşamları perdeleri çekip kısır yapıyorum. En azından bir zencefilli dana patisier yapmayı ben de isterdim ama bulgur daha ekonomik olduğundan geleneksel kısırla idare ediyorum. Sonra vişne suyumu alıp, ışıkları kısıp Apparat açıyor ve kendi konser atmosferimi kendim yaratıyorum. Vişne suyu votka-vişne, elektrik süpürgesi Apparat, koltuklar da diğer seyircilermiş...

Hayır, yakındığımdan değil, bu da güzel bir hayat, entel ev kızı Sıdıka'yı izleyenler bilir, o da kendi çapında çok eğlenirdi biz de onu izler gülerdik. Meğer o dizi komedi değil drammış dostlarım. Bundan sonra neye güldüğünüze dikkat edin, her şey insan için...

23 Şubat 2011 Çarşamba

geleceğe giden yol geçmişin taşlarıyla döşelidir

Biraz önce sigara içerken geleceğimi gördüm. Bizim Asena'ya Osman'ın özetini anlattırıyordum. Şellafe karolin şimdi de o masum yavrucakların oturduğu eve gözünü dikmiş, onu ellerinden alıcakmış. Ah yazık dedim, Asena içime su serpti: "kız öyle değil işte şu cemileye hallenen balıkçı aslında çok zenginmiş" dedi. Ben de dedim ki "herkes de zengin koca bulup hayatını kurtarıyo amk" dedim ve hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.


İlk aşık olduğum kurt cobain'e benzeyen ve onun gibi giyinen, güneş gibi sarışın, derin okyanuslar gibi mavi gözlü delikanlıyı hatırladım. Aşkı bir kenara bırakıp yeniden bakıyorum da, evsiz, şarapçı ve sokaktaki yağmur suyu birikintisinden su içen bu adamla başlayan platonik de olsa aşk hayatım ne kadar yol aldı? Bir arpa boyu. Evet, ondan sonra aşık olup yıllarımı verdiğim manitam hippiydi, o yüzden evlensek onun gündüz donsuz basma entariyle evde dolanıp gitar tıngırdatabilmesi için eşşekler gibi çalışmam farzdı.

Sonra bir daha hippi miiii tövbe dedim. Tövbemi bozmuş değilim. Ama sonraki sevdiceklerim de hippi olmasalar da çalışmaya karşı olmuşlardır. Bir tek ünideyken hah bu adam olur gece yarılarına kadar çalışıyo, sonra eve gelip sızıyo ama ne yapalım dediğim bir sevgilim olmuştu. Ayrıldıktan yıllar sonra gizli kaynaklarım aracılığıyla şimdi ne iş yaptığını öğrendim. O da freelance çalışma ayağına yatıp evde oturanlar kervanına katılmış.

Geçmişini bilmeyen geleceğini göremez. Ben geçmişimi biliyor, ve malesef geleceğimi de görüyorum. Eve giderken kocama rakı mı alsam elektrik faturasını mı ödesem diye kara kara düşüneceğim.

18 Şubat 2011 Cuma

Home is in your mind

Sevgili ablam amsterdamdan bir tşört almıştı. üzerinde home is in your mind yazıyordu. pembe üzerine beyaz yazılı salaş bir tşört. çok beğendim hep çaktırmadan dolabından çalıp giyindim. o zamanlar londrada mülteci hayatı yaşadığım için home is in your mind bana çok manidar gelmişti. üzerine çok düşünmedim ama her baktığımda düşüncesizce duygulandım. hell yeah lan home is in my mind dedim.

Şimdi mülteci hayatımı çok gerilerde bırakıp istanbul yüksek sosyetesinde mojitomu içerken yeniden düşünüyorum. Evim nerde? tamam hadi kimseyi kandırmıyayım, istanbulda da mülteci hayatıma devam ediyorum, alışmış kudurmuştan beterdir çünkü. yine de "ev" üzerine düşünmekten kendimi alamıyorum dostlarım. Ev gece nerde sızarsan orası mıdır? Yoksa ev kendini nereye ait hissediyorsan orda mıdır?

Üzeine çok düşündüm, duygularımı bir kenara itip öyle düşündüm. Sonuçta şunu anladım. Ev, yatağın neredeyse oradadır. Anahtarların bir kapıyı açmıyosa orası yanlış evdir. Salonda kanepede bir yastık bir yorgan atılarak gönderildiğin yer arkadaşının evidir. "malesef bir tane yatak var, beraber yatmamız sorun olur mu" diye sorulan yer, seni götürmeye çalışan bir delikanlının evidir. alkol etkisiyle king size kuş tüyü yatak olarak gördüğün yer bar tuvaletidir. Genç kızlarımıza sesleniyorum; için sıçın dağıtın, ama evinizin yerini unutmayın.

17 Aralık 2010 Cuma

Küçük Emre'yi Ahlak Kursuna Gönderelim; Ama Parasız Kabul Etmiyor!

Bu adam gerçekten beyinsiz mi yoksa beyinsiz taklidi mi yapıyor? Her halükarda bizim gördüğümüz sonuç aynı...
Günlerdir takip ediyorum. Her sabah sinirden ofisteki masanın üstünü dağıtıp Hulk gibi yeşerip bağırmaya başlıyorum. Tamam, insanın sinirlerini bozmak için o kapçık ağzını, üzerine başka bi yerden alıp yapıştırılmış gibi duran patlıcan burnunu ve göz numarası yapan iki küçük noktayı görmek de yeter. Hoşgörülü olmaya çalışıcam. Bu da böyle doğmuş naapalım anasına kartal gibi görünüyordur bu da dicem. Ama beyin incelemesi yapmak şart buna. Sonuçta zavallıma al sen yazarsın şu köşede at tut oyna demişler, bu garibim de ben yazarım, istediğimi yazarım diye kendini rezil rüsva ediyor, yetmiyor insanların ruh sağlığıyla oynuyor. Bugünki zırvalamasından hareketle analize başlayalım derim.

Öncelikle bu dangozu insan yerine koyup önceki günki yazısının üzerine mesajlar atan, "fakir edebiyatı" yapıp "birkaç yüz liralık" harcı bile ödeyemediklerini söyleyen iyi niyetli vatandaşlarımız olmuş. Gururla söylerken cümlelerinden "bakın ben yazarım, beni ciddiye alıp cevap verenler bile var!" naraları alttan alttan hissediliyor. İnsan olamadıktan sonra yazar olsan kaç yazar? diye sorsak yerden göğe haklıyız bence.

Bakın şimdi, bakın bakın! Bunu adam yerine koyup durumunu anlatanlar olmuş ya, bu da bokunu çıkarmış, "ben zekiyim galiba lan hem okuyolar hem de bana cevap yazıyolar, o zaman ben bi ağızlarının payını veriyim de süksem artsın" düşünceleriyle şunu yazmış:

- Tüm devlet üniversiteleri paralı olacak. Ancak okula giderken ücret ödenmeyecek; öğrenci borçlanacak.

Buna tabi ki söylenecek tek söz hasssieeğğ montofon olurdu ama mağdem kibar başladık kibar gidelim. Bizim ülkemizde bütün üniversite mezunları 5000 lira maaşla işe giriyorlar ya hani, tabi ülkemizde dünyanın en ucuz benzini ve bu sayede en ucuz gıda maddeleri tüketiliyor ya... e kiralar desen sudan ucuz, doğalgaz maşşallah bedava, evlerimiz hamam gibi donla dolaşıyoruz ve en az üç çocuk yapıyoruz çünkü sosyal devletimiz çocukların masraflarını karşılıyor ya... adam haklı, napıcaz o kadar parayı, üniversiteye verelim! E devlet dediğinde bir insan sonuçta multimilyoner değilki bize hibeye yardım yapsın!

Sanırım aklından bunlar geçiyor bizim uzaylının. Uzaylı diyorum çünkü bunları düşünmek için başka bi gezegenden gelmiş olması gerekir, tabi bi de uzaylıya benziyor.

Kaldı ki; bütün üniversite mezunlarımız 5000 Tl ile işe başlıyor dahi olsa, devlet dediğin bana borç veren bir insan değil ki amk. Zaten benim verdiğim vergiler, benim iş gücüm ve kıssadan hisse benim varlığım sayesinde var olan bir düzen. O halde ben niye devlete hibe yardımı yapıp boş yere vergi veriyorum? Eğitim paralın olsun, sağlık paralı olma yolunda hızla ilerlesin, köprüler yollar paralı olsun ben al al senin harçlığın yoktur şimdi diyip devlete harçlık veriyim?! Parasız eğitim dediğimiz şey "abi benim param yok okuyamıyorum bana yardım et nolur" isteği / dilenciliği değil ki. "Sana onca para veriyorum ve karşılığında bana temel haklarımdan biri olan eğitim hakkını vericeksin" demek oluyor.

Tipin uzaylıya  benziyor diye yutturamazsın! Malesef sen de yurdum insanısın ama tek farkın satılık olmak.

http://www.facebook.com/l.php?u=http%3A%2F%2Fsabah.com.tr%2FYazarlar%2Fakoz%2F2010%2F12%2F17%2Fbedavacilar_alin_size_parasiz_universite&h=f89a9

16 Aralık 2010 Perşembe

Hayat çizgilerden ibaret değil mi zaten


Böyle başlıklar atmak heyecanlı oluyomuş. Ama tabi ki işin felsefesini filozoflara bırakıyorum. Beni ilgilendiren kısmı üç gün gerçek hayattan kopacak olmak. İstanbul Animasyon festivali altıncısını düzenliyor. Ne zaman altı olmuş anlamadım, demek ki yaşlanıyorum.

Hatırlıyorum da bundan galiba 3 sene önce Howl'ın yürüyen şatosunu izlemiştim. Ah dostlarım ne günlerdi. Gençtim, heyecanlıydım, aşk ateşiyle yanıyordum. Howl'a aşık olmuştum. Günlerce uyku tutmamış, boğazımdan lokma geçmemişti. Çok yakışıklıydı, çok güçlü ama aynı zamanda kibirli ve korkaktı da. Tam bir erkek yani. Hala anlatırken elim titriyor desem aşkımın boyutunu anlarsınız belki. Sonra, filme de aşık olmuştum zaten kim uçan bi şatoda konuşan bir ateşle yaşamak istemez ki? Ben isterim. Hele ki her istediğinde kapısını farklı bir yerde açabileceksem...

Bir de iki sene önce ben fareli köydeyken  izlediğim Ratatouille vardı. Yolda yürürken gördüğüm, büyük ihtimalle sokağımızın çetesinden üç kocaman, uzun burunlu ve uzun, pembe kıvrık kuyruklu lağım faresi beni hayata küstürmüştü o dönem. Odamdaki fındık faresi de ne zaman beni farketmese saklandığı yerden çıkıp beni görünce korkudan dışarı da çıkamayıp odanın ortasında koşmaya başlıyodu, tabi ben onu sakinleştirmekle uğraşamıyordum çünkü yatağın üstünde çığlık attmayı tercih ediyodum. Neyse işte o günlerdeki halet-i ruhiyem pek iyi değildi. Fareler benim için develerden daha tehlikeydi ki farenin adam öldürdüğü görülmemiştir ama damarına basarsan bir deve seni boğarak öldürebilir. İşte günlerden yine böyle birgün, Ratatouille'ü izlemeye koyuldum. Filmi kulaklıkla izlediğimden kelli odada çıt çıkmadığını ve beni farketmezse farenin her an "ohhhh be bi rahat rahat koşturayım" diyip ortaya çıkabilceğinden diken üstünde oturduğumu da hatırlatıyım. Filmin başlarında şu farelerin toplantı yaptığı bölümlerde nefretim doruklarına ulaştı. Ama sonra o yavrum zavalllı kuzumun boncuk boncuk bakışları, bugün gelse beni anında cezbedicek kişiliği ve, yemeye olan saygımdan ötürü, yemeği sanata dönüştürmesi beni benden aldı. Farelere haksızlık ettiğimi anladım ve odadaki faremin çıkıp gelmesini bekledim ondan özür dilemek için. İşte bir animasyon film bana allahın yarattığı zavallı bir kulu sevdirirkene gerçek bşir belgesel üzerine na'aptı dersiniz? Tam ben farelerle barışmışım, fareli köyümde mutlu mesut yaşamaya başlamışım derken bu lanet sümüklü belgesel bi metre boyu, yarım metre burnu olan ve tüyleri ıslak ıslak havaya dikelmiş bir lağım faresinin 8 metre zıplayışını kareya alarak ve benim gözüme sokarak fobimi canlandırdı.

Animasyon filmlerin faydaları saymakla bitmez dostlarım. Aşk dedik, fobi yenme dedik ne kaldı geriye? Tabi ki bilime irfana katkısından bahsetmedik! Şimdi bir animasyon filmin en önemli özelliği nedir? Bence hayalgücünün sınırlarını zorlayarak ne istersen yapabilmendir. di mi animasyoncular? yalansa yalan diyin! Ben atıyorum şimdi animasyoncu olsam, benim yerime işe gönderebileceğim ama sevgilime sulanmıcak bir kopyamı yapmak istesem, filmime koymak istesem, kim engelleyebilir? peki ben bunu yapsam filmime koysam, benimle aynı hasreti çeken bir bilim adamının kafasına dank! etmeyeceğini kim iddia edebilir? Mantıklı di mi?

O zaman faydaları saymakla bitmeyen, her derda şifa olan ve sanatın ve sanatçının en büyük dostu olan bu animasyon filmleri izlemek bizim yegane hedefimiz olmalı. Hem bu fsteivallere gidelim ki biricik ülkemizde yeni yeni festivallerin yolu açılsın, bölece festivale Berlin'e Londra'ya gitmemize gerek kalmasın. O paralarla da festival kıyafeti alabilelim di mi ama?

Festival programı da na burda:
http://www.facebook.com/l.php?u=http%3A%2F%2Fwww.iafistanbul.com%2Fprogram.php&h=58dd7

2 Aralık 2010 Perşembe

norveçli balıkçılarn iskoçya tepelerinde uçak yarışı

Youtube açıldı, video deliliğim nüksetti. Bütün gün bütün gece kapalıyken neler kaçırmışım, aman geri kalmayayım diye deli danalar gibi aranmaya başladım. Ey ahali! cemaatimiz yüce youtubesuz bir hiçmiş. kolumuz kanadımız kırık uçmaya çabalamışız. nafile! bakın mesela youtube hazretleri olmasa bu filmi belki de hayat boyu görmemiş olacaktık. mazallah. hayat ne anlamsız olurmuş.



Benim favorim oldu bile. Nokia'nın film müzikleri her zaman beni benden almıştır zaten. ama bu sefer haddini aşmış! romantik bir norveçli balıkçılar sahnesinden teknolojinin amuşuna koyan finale geçiş beni can evimden vurdu. çekimlerin kamera / fotoğraf makinesi / müzik çalar ve cep telefonu  sıfatlarından herhangi biriyle çağırılabilen bir aletle yapılmış olması da "vare vare yooo" dememe yol açtı. Annemin deyimiyle "bak yapan yapıyo, sen anca ağzın açık bak"

30 Kasım 2010 Salı

cinler de sever

Hep merak etmişimdir. Bizim yaşadığımız boyutun dışında gerçekten başka boyutlar var mı? Varsa oralarda neler oluyor? Çılgın house partiler, 3 boyutlu lazer gösterileri, açık ilişkiler ve isterik kahkahalar mı dönüyor? Peki o boyutta yaşayan canlılar ne yer ne içer? Kız alma, evden kaçma, isteme gibi gelenekler nasıl işliyor orada?

Uzman TV açıklamış. Tabi ki bu işin uzmanı Prof. Memiş aracılığıyla... Evet böyle bir boyut varmış. Buralarda benim düşündüğüm gibi seks partileri ve ellerinde kırbaçla sincap koşturan deliler değil, en az bizim kadar müzmin cinler yaşıyormuş. Onlar da seviyor, seviliyor, ana-babalarının rızasını alıp dünya evine giriyorlarmış. Düğün tüyolarını veriyor sayın memiş.. kendisi pek çok ileri gelen cin ailesinin düğününde nikah şahitliği yapmış.

Törelerini, takı merasimlerini bilmesseniz, hangi havada hanngi oyun oynanır, nerede halaya durulur öğrenmesseniz sakın ola ki bir cin düğününe gitmeyi düşünmeyin. bi çarparlar yamulursunuz!!muş.