Bu delikanlının bir de ismi vardı çoğu insanın olduğu gibi. Adı Asam'dı. Ana babası ona Asam demişti; çünkü onun asam olduğu doğduğu günden belliydi. Kendi ağlamasını duyamıyor, duyuramadığını sandığından hep daha çok bağırıyordu. Böylece kaderi ismiyle yazılmış oldu. Artık kimseyi gerçekten duyamayacaktı.
Liseye başlayana kadar bu durumun farkına varamadı. O sebeple, hayatının uzunca bir süresinde insanları dinledi. Olayları, değişimleri, gelişimleri dinledi hep. Ta ki liseye başladığı sene en yakın arkadaşından gerçeği duyana kadar. Renklerin birbirine karıştığı, bulanık bir bahar günüydü. Ergenlik sivilceleri hava değişimden daha da bir olgunlaşmış gençler, bedenleriyle ruhları arasındaki farkın bunalımını yaşıyorlardı. Arkadaşı ona, "sana anlattığım her şey beni pişman ediyor. sen bir zaman kaybından başka bir şey değilsin. Çünkü kelimeler kulak zarına çarpıp geri dönüyor ve sen sana ulaşan yankılardan yargılara varıyorsun." demişti. O gün delikanlı adının anlamını kavradı. Bir daha da hiç sorgulamadı. Sadece dinlemeyi bıraktı.
Belki arkadaşının söyledikleri baştan aşağı doğruydu. Hatta belki dünya tarihinde bundan daha doğru bir kelam hiç edilmemişti. Ama arkadaşı, bunları söylerken kelimelerin anlamına değil, ne kadar acıttığına bakmıştı sadece. Gençler acımasız olurlar. Tıpkı Asam'ın ona acımaması, onun cılız bedenini diğerlerinden korurken aslında kendi gücünü kanıtlayıp onun güçsüzlüğünden yararlanması gibi, o da Asam'ın farkında olmadığı sağırlığından faydalanmış ve ona acımasızca saldırmıştı işte. Farkında olmadan bir insanın hayatını çözümlemek, ona gerçekleri göstermek hiç de küçük bir iş değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder