Bu haber günümü kararttı. Kendi kendimle derin bir cebelleşme içine girdim.
Benim sonum bu mu?
Gayet normal, işinde gücünde, arkadaşlarıyla iyi geçinen, aile büyüklerini sayan, bayramda seyranda el öpen bir genç kızın dramını anlatacağım şimdi size.
Kızımız, hayatı seven, olduğu gibi kabul eden, vatanına milletine hayırlı bir gençti. Hayatta bazı hedefleri vardı ve bunları geçrekleştirmek için canla başla çırpınıyordu. Daha iyi bir reklam yazarı olmak, sektördeki gelişmelerden haberdar olmak, bir de ileride uzun metraj film senaryoları yazmak gibi mütevazi hedeflerdi bunlar.
Arkadaşları vardı...
Onlarla her genç kız gibi dedikodu yapıp çekirdek çıtlatmak, yeri geldiğinde çılgın partilerde boy göstermek, yeri geldiğinde evinde kedi gibi film izlemek onun uyumlu yapısının kanıtıydı.
Dinle imanla ilgisi yoktu belki ama evren ve kozmik olaylar konusunda da kafayı sıyırmış bir manyak değildi. Sığınma zorunluluğu hissetmemişti hiç.
Sonra bir gün...
Her zamanki gibi sıradan bir gündü. Arkadaşlarıyla dolma sarıp dedikodu yapıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başka bir arkadaş grubunun Peyote'de olduğunu öğrenip oraya gitti. Uyumlu kişiliği sayesinde ortama saniyesinde ayak uydurmuştu. Biralar içiliyor, gelecek festival programları konuşuluyordu. Herkes çocuklar gibi şendi o gece. Kızımız onu bekleyen felaketin farkında değildi henüz.
O an geldi...
Delikanlı, soğuk bir gölge gibi belirdi. O soğuk gölge, kızın içine işledi. Nedeni yok. Beyaz atlı bir prens değildi. O, daha çok bir seri katilin karanlık bakışlarına sahip, elleri kuş kadar narin, bedeni yaprak kadar hafif bir cellada benziyordu.
Belki de bu yüzden aşık oldu kız...
Gel zaman git zaman, kader celladı kızın karşısına çıkardı. "PAT" diye beklemediği bir anda hatırladı kız. Zaten yıllar öncesinden tanıdığı bir yüz olduğunu. Kafasında beliren tek bir sahne vardı yıllar öncesine ait. Delikanlının yeni yetme bir ergenken kafasını sıranın üzerine koyup uyuduğu görüntü. O zamanlar aklından "bu çocuk devamlı hayal kuruyor" geçmişti. Halbuki hayal kuran kendisiydi.
Mutlu son mu yaklaşıyordu, trajik mi?
Hayat bir trajedi olduğuna göre, yaklaşan sonun mutlu olmasını bekleyemezsiniz. Kız, delikanlının yüzünü okşadı. Sonra saçlarını. İşte ölümcül bir hata. Bir celladın saçlarını okşadığınızda, kadim laneti canlandırırsınız. Bu lanet, size hayatı sorgulatır, sizi güneşten soğutur, gölgede bile içinizi yakar. Bir kere lanetlendiyseniz artık dönüşü yoktur. Her şeyden sıkılır, olmadık yerlerde olmadık şeyler söylemeye başlarsınız. İnsanlar size üzülür; ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktur sizin için.
Kızımız lanetlendi...
Bu lanet yüzünden sığınacak bir şey aradı ve kozmik güçlere kendini adamak istedi. Evrene yalvardı, "ne olur, şimdi beni ota çevir ki hiçbir şey hissetmeyeyim" diye... ama nafile.
Evren onu bir kere lanetlemişti, neden onu bu acıdan kurtarsın ki?
Kara kara düşünmeye başladı...
"Neden ben?" diyordu. Bu hallerine bir anlam veremiyordu. Eski neşesine kavuşmak, hayattan zevk almak onun için artık çok uzak bir hayaldi. Ömrünün kalanını bir kara büyüyle geçirecekti ve bunun farkındaydı. Ama farkında olmadığı bir şey vardı.
Kara büyüyü kendi kendisine yapmıştı o...
Hayat dümdüz geçmez. Bunu her aklı selim dünyalı bilir ve kalbinde bu acıyla yaşar. Her dünyevi canlı hisseder ki, mutlu günler mutsuzluğun habercisidir. Bunun sebebini kişi kendisinde ararsa, hali nicedir. Çünkü en doğru şeyi yapmış olur. Hayatta doğru şeyler yapmaksa, biz insanların kendi sonunu hazırlama yöntemidir.
Sonunu itinayla hazırladı...
Bunu bilerek yaptı. Zevkten mahrum kalmak istedi kız. Zevkten mahrum kalmanın tek yolu vardı. Kendini anın tadını almaya adamak. O anlardır ki, sen gelmesini istersen peşini bırakmazlar. Ve böyle tadı olan anlar, çok sık yaşandığında önemini kaybederler.
Bir haftasonu kaçamağıydı...
Sahilde uzanmış, rüzgarın incecik kum taneleriyle evrenin şamarını yiyordu. Bir şamar da yanında yatmakta olan kuzeninden geldi. "Sen anın tadını yaşamayı bilmiyorsun. 'Beyaz atlı prens değil' diyorsun, ama yine de onu düşünüyorsun. Bırak onun cellatlığı sana zevk versin, bir de rengarenk atları olan prensler, şaklabanlar hatta saray çöpçüleri de girsin hayatına"
Beyninde bir boşluk dolmuştu...
Gerçek anlamda bir aydınlanma yaşadı kız. Daha önce duymadığı bir şey olduğundan değil. Daha önce düşünmediği bir noktaya varmıştı yalnızca. Bir şeylerin anlamını yitirmesi, o şeylerin sıklıkla yaşanmasına bağlıydı. Kızsa hayatında anlam istemiyordu. İşte her şey bu kadar basitti.
Hayatına bir çöpçü sokmaya karar verdi...
Bu çöpçü, ona bütün duyguların en yorucularını yaşatacak, onu günden güne duygusuzluğa mahkum edecek, işinin ehli bir çöpçü olmalıydı. Zaten çöpçü olmasının da bir sebebi vardı; ne kadar kirli his varsa silip süpürmek.
Bir insan bir şeyi isterse, o şey olmuş demektir. Kız bunu istediğinde bunun olduğunu biliyordu. O çöpçü onun hayatına girmiş ve aşkın en bencil, dostluğun en kalleş, eğlencenin en işkenceli noktalarını yaşatmaya başlamıştı bile ona. Sevgiye muhtac olduğu anları kolluyor ve tam o anda canını yakabildiği kadar yakıyordu. Çünkü bu çöpçü feleğin çemberinden geçmişti. Hayatı sadece çöp toplamaktan ibaret değildi; aynı zamanda sevgi arsızı kadınların özel anlarını kollamaktı en büyük zevki. Bu anları yakaladığında onlara ne yapmaması gerektiğini öğrenmişti. Onlara sevgi vermemeliydi. Nefret vermeli, hırs almalıydı. Hırs, sevgiden daha güçlü ve yüce bir duygudur. Her insanoğlunun harcı değildir hırslanmak. Çöpçünün misyonu, hayatına girdiği kadınlara bu yüce duyguyu yaşatmaktı.
Kızın canı o kadar yandı ki, hırsı bütün iliklerinde hissetmeye başladı. Adam ona nefretini veriyordu, o insanlığa kinini. Böylece vücudu çürümeye başladı. Kuantum nedir biliyor musun? Kuantum, ruhunun bedenini ele geçirmesidir. Normal insanların bedeni ruhuna hükmederken, ruhu can çekişen insanların ruhu bedenini ele geçirir. İşte kıza olan da buydu. Benliğindeki kin ve hırs, vüdunu yok etmeye çalışıyordu. Aynaya bakamayacak duruma gelmeliydi. Böylece çöpçünün nefretini hak edecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder