17 Aralık 2010 Cuma

Küçük Emre'yi Ahlak Kursuna Gönderelim; Ama Parasız Kabul Etmiyor!

Bu adam gerçekten beyinsiz mi yoksa beyinsiz taklidi mi yapıyor? Her halükarda bizim gördüğümüz sonuç aynı...
Günlerdir takip ediyorum. Her sabah sinirden ofisteki masanın üstünü dağıtıp Hulk gibi yeşerip bağırmaya başlıyorum. Tamam, insanın sinirlerini bozmak için o kapçık ağzını, üzerine başka bi yerden alıp yapıştırılmış gibi duran patlıcan burnunu ve göz numarası yapan iki küçük noktayı görmek de yeter. Hoşgörülü olmaya çalışıcam. Bu da böyle doğmuş naapalım anasına kartal gibi görünüyordur bu da dicem. Ama beyin incelemesi yapmak şart buna. Sonuçta zavallıma al sen yazarsın şu köşede at tut oyna demişler, bu garibim de ben yazarım, istediğimi yazarım diye kendini rezil rüsva ediyor, yetmiyor insanların ruh sağlığıyla oynuyor. Bugünki zırvalamasından hareketle analize başlayalım derim.

Öncelikle bu dangozu insan yerine koyup önceki günki yazısının üzerine mesajlar atan, "fakir edebiyatı" yapıp "birkaç yüz liralık" harcı bile ödeyemediklerini söyleyen iyi niyetli vatandaşlarımız olmuş. Gururla söylerken cümlelerinden "bakın ben yazarım, beni ciddiye alıp cevap verenler bile var!" naraları alttan alttan hissediliyor. İnsan olamadıktan sonra yazar olsan kaç yazar? diye sorsak yerden göğe haklıyız bence.

Bakın şimdi, bakın bakın! Bunu adam yerine koyup durumunu anlatanlar olmuş ya, bu da bokunu çıkarmış, "ben zekiyim galiba lan hem okuyolar hem de bana cevap yazıyolar, o zaman ben bi ağızlarının payını veriyim de süksem artsın" düşünceleriyle şunu yazmış:

- Tüm devlet üniversiteleri paralı olacak. Ancak okula giderken ücret ödenmeyecek; öğrenci borçlanacak.

Buna tabi ki söylenecek tek söz hasssieeğğ montofon olurdu ama mağdem kibar başladık kibar gidelim. Bizim ülkemizde bütün üniversite mezunları 5000 lira maaşla işe giriyorlar ya hani, tabi ülkemizde dünyanın en ucuz benzini ve bu sayede en ucuz gıda maddeleri tüketiliyor ya... e kiralar desen sudan ucuz, doğalgaz maşşallah bedava, evlerimiz hamam gibi donla dolaşıyoruz ve en az üç çocuk yapıyoruz çünkü sosyal devletimiz çocukların masraflarını karşılıyor ya... adam haklı, napıcaz o kadar parayı, üniversiteye verelim! E devlet dediğinde bir insan sonuçta multimilyoner değilki bize hibeye yardım yapsın!

Sanırım aklından bunlar geçiyor bizim uzaylının. Uzaylı diyorum çünkü bunları düşünmek için başka bi gezegenden gelmiş olması gerekir, tabi bi de uzaylıya benziyor.

Kaldı ki; bütün üniversite mezunlarımız 5000 Tl ile işe başlıyor dahi olsa, devlet dediğin bana borç veren bir insan değil ki amk. Zaten benim verdiğim vergiler, benim iş gücüm ve kıssadan hisse benim varlığım sayesinde var olan bir düzen. O halde ben niye devlete hibe yardımı yapıp boş yere vergi veriyorum? Eğitim paralın olsun, sağlık paralı olma yolunda hızla ilerlesin, köprüler yollar paralı olsun ben al al senin harçlığın yoktur şimdi diyip devlete harçlık veriyim?! Parasız eğitim dediğimiz şey "abi benim param yok okuyamıyorum bana yardım et nolur" isteği / dilenciliği değil ki. "Sana onca para veriyorum ve karşılığında bana temel haklarımdan biri olan eğitim hakkını vericeksin" demek oluyor.

Tipin uzaylıya  benziyor diye yutturamazsın! Malesef sen de yurdum insanısın ama tek farkın satılık olmak.

http://www.facebook.com/l.php?u=http%3A%2F%2Fsabah.com.tr%2FYazarlar%2Fakoz%2F2010%2F12%2F17%2Fbedavacilar_alin_size_parasiz_universite&h=f89a9

16 Aralık 2010 Perşembe

Hayat çizgilerden ibaret değil mi zaten


Böyle başlıklar atmak heyecanlı oluyomuş. Ama tabi ki işin felsefesini filozoflara bırakıyorum. Beni ilgilendiren kısmı üç gün gerçek hayattan kopacak olmak. İstanbul Animasyon festivali altıncısını düzenliyor. Ne zaman altı olmuş anlamadım, demek ki yaşlanıyorum.

Hatırlıyorum da bundan galiba 3 sene önce Howl'ın yürüyen şatosunu izlemiştim. Ah dostlarım ne günlerdi. Gençtim, heyecanlıydım, aşk ateşiyle yanıyordum. Howl'a aşık olmuştum. Günlerce uyku tutmamış, boğazımdan lokma geçmemişti. Çok yakışıklıydı, çok güçlü ama aynı zamanda kibirli ve korkaktı da. Tam bir erkek yani. Hala anlatırken elim titriyor desem aşkımın boyutunu anlarsınız belki. Sonra, filme de aşık olmuştum zaten kim uçan bi şatoda konuşan bir ateşle yaşamak istemez ki? Ben isterim. Hele ki her istediğinde kapısını farklı bir yerde açabileceksem...

Bir de iki sene önce ben fareli köydeyken  izlediğim Ratatouille vardı. Yolda yürürken gördüğüm, büyük ihtimalle sokağımızın çetesinden üç kocaman, uzun burunlu ve uzun, pembe kıvrık kuyruklu lağım faresi beni hayata küstürmüştü o dönem. Odamdaki fındık faresi de ne zaman beni farketmese saklandığı yerden çıkıp beni görünce korkudan dışarı da çıkamayıp odanın ortasında koşmaya başlıyodu, tabi ben onu sakinleştirmekle uğraşamıyordum çünkü yatağın üstünde çığlık attmayı tercih ediyodum. Neyse işte o günlerdeki halet-i ruhiyem pek iyi değildi. Fareler benim için develerden daha tehlikeydi ki farenin adam öldürdüğü görülmemiştir ama damarına basarsan bir deve seni boğarak öldürebilir. İşte günlerden yine böyle birgün, Ratatouille'ü izlemeye koyuldum. Filmi kulaklıkla izlediğimden kelli odada çıt çıkmadığını ve beni farketmezse farenin her an "ohhhh be bi rahat rahat koşturayım" diyip ortaya çıkabilceğinden diken üstünde oturduğumu da hatırlatıyım. Filmin başlarında şu farelerin toplantı yaptığı bölümlerde nefretim doruklarına ulaştı. Ama sonra o yavrum zavalllı kuzumun boncuk boncuk bakışları, bugün gelse beni anında cezbedicek kişiliği ve, yemeye olan saygımdan ötürü, yemeği sanata dönüştürmesi beni benden aldı. Farelere haksızlık ettiğimi anladım ve odadaki faremin çıkıp gelmesini bekledim ondan özür dilemek için. İşte bir animasyon film bana allahın yarattığı zavallı bir kulu sevdirirkene gerçek bşir belgesel üzerine na'aptı dersiniz? Tam ben farelerle barışmışım, fareli köyümde mutlu mesut yaşamaya başlamışım derken bu lanet sümüklü belgesel bi metre boyu, yarım metre burnu olan ve tüyleri ıslak ıslak havaya dikelmiş bir lağım faresinin 8 metre zıplayışını kareya alarak ve benim gözüme sokarak fobimi canlandırdı.

Animasyon filmlerin faydaları saymakla bitmez dostlarım. Aşk dedik, fobi yenme dedik ne kaldı geriye? Tabi ki bilime irfana katkısından bahsetmedik! Şimdi bir animasyon filmin en önemli özelliği nedir? Bence hayalgücünün sınırlarını zorlayarak ne istersen yapabilmendir. di mi animasyoncular? yalansa yalan diyin! Ben atıyorum şimdi animasyoncu olsam, benim yerime işe gönderebileceğim ama sevgilime sulanmıcak bir kopyamı yapmak istesem, filmime koymak istesem, kim engelleyebilir? peki ben bunu yapsam filmime koysam, benimle aynı hasreti çeken bir bilim adamının kafasına dank! etmeyeceğini kim iddia edebilir? Mantıklı di mi?

O zaman faydaları saymakla bitmeyen, her derda şifa olan ve sanatın ve sanatçının en büyük dostu olan bu animasyon filmleri izlemek bizim yegane hedefimiz olmalı. Hem bu fsteivallere gidelim ki biricik ülkemizde yeni yeni festivallerin yolu açılsın, bölece festivale Berlin'e Londra'ya gitmemize gerek kalmasın. O paralarla da festival kıyafeti alabilelim di mi ama?

Festival programı da na burda:
http://www.facebook.com/l.php?u=http%3A%2F%2Fwww.iafistanbul.com%2Fprogram.php&h=58dd7

2 Aralık 2010 Perşembe

norveçli balıkçılarn iskoçya tepelerinde uçak yarışı

Youtube açıldı, video deliliğim nüksetti. Bütün gün bütün gece kapalıyken neler kaçırmışım, aman geri kalmayayım diye deli danalar gibi aranmaya başladım. Ey ahali! cemaatimiz yüce youtubesuz bir hiçmiş. kolumuz kanadımız kırık uçmaya çabalamışız. nafile! bakın mesela youtube hazretleri olmasa bu filmi belki de hayat boyu görmemiş olacaktık. mazallah. hayat ne anlamsız olurmuş.



Benim favorim oldu bile. Nokia'nın film müzikleri her zaman beni benden almıştır zaten. ama bu sefer haddini aşmış! romantik bir norveçli balıkçılar sahnesinden teknolojinin amuşuna koyan finale geçiş beni can evimden vurdu. çekimlerin kamera / fotoğraf makinesi / müzik çalar ve cep telefonu  sıfatlarından herhangi biriyle çağırılabilen bir aletle yapılmış olması da "vare vare yooo" dememe yol açtı. Annemin deyimiyle "bak yapan yapıyo, sen anca ağzın açık bak"