22 Temmuz 2011 Cuma

Asam (devamı)

İnsanın aldığı kimi kararlar, yılbaşı ertesi kararlarına benzer. Devamlı başarısızlıkla sonuçlanır, her başarısızlıkta yeni hayal kırıklıkları getirirler. Delikanlı başarısızlığa doğuştan mahkumdu. Bu kararı da yılbaşı ertesi kararları gibi ona hüzünden başka bir şey getirmeyecekti vesselam. Her başarısızlıkta hayatının yönünü 180 derece değiştirip yeni bir insan kılığıyla çıktı hayatın karşısına. Bu kadar kılık değiştirmesi, onu sadece iyi bir oyuncu yaptı. Her şey bir oyundu onun için artık, herkes seyirci...

Birgün bir kız onun yüzünü okşayacaktı. Sonra saçlarını... Bu onun için romantik bir sahneydi. Rolünü olabildiğince doğal oynayacaktı. Sonunda kimseden alkış almaması ise sanatçı egosunu tahrip edecek, yeni rollerde kendini kanıtlama şevki verecekti ona.

Ama o güne daha çok vardı. O gün gelene kadar, bencilliği özümsemesi gerekiyordu önce. Yalan söylerken yüzünü kızartmamaya alışmalı, rol yaparken elinin titremesini önlemeliydi. Bunların hiçbiri için çaba sarfetmesine gerek kalmadı delikanlının. Sadece kendini akışa bıraktı ve edindiği bütün tecrübeler onu bu şekilde yoğurdu.

Bir kediyi eğitemezsiniz. O kendi tecrübelerine göre hayatına yön verir, karakterini kendisi oluşturur. Her kedi, yaşadığı olaylardan kendine göre sonuçlar çıkarır. Kimisi huysuz olur, kimisi mülaim. Kimisi ise asidir. Ne yaşarsa yaşasın, kaybetmekten korkmaz.

İnsanlar da böyledir işte. Hepsinin deneyimlediği olaylar birbirine benzer. Ama hiçbiri bu olaylardan aynı sonucu çıkarmaz. Kimisi korkaklaşır kabuğuna çekilir, kimisi hayata daha sıkı bağlanır ve bazısı da katlanmaktan, yeni deneyimler edinmekten kaçıp terk-i diyar eyler bu dünyadan.

Asam’ın neyi seçtiğinin pek bir önemi yok. Dünyayı terk etmedikçe insanoğlu, seçimleri gün be gün değişir zaten.  

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Asam'a devam

O gün, en yakın dostunu kaybetti Asam. Dost acı söylerdi belki ama asla acıtmak için söylememeliydi. Sağır olduğu için de dostunun çığlık çığlığa haykırdığı asıl isyanını duyamamış, onu anlayamamıştı. Böylece hayatta ilk büyük kaybını yaşadı. Kaybetme korkusu da böylece içine yerleşti.

Ünlü düşünür Rocky'nin de dediği gibi, yalnızca kaybetmekten korkmadığınız zaman kazanırsınız. Bu korkuyla kaybetmeye mahkum oldu Asam. Zaten sağır olan kulaklarına bir de cesaretsiz yüreği eklendi. Elele verip onu yaşamın en güzel duygularından mahrum ettiler yıllarca.

20 yaşına geldiğinde bir kadına aşık olmaya cesaret etti sonunda. Kadın ne onun sağır kulaklarını yadırgadı ne de korkak kalbini. Çünkü o da Asam gibiydi. Hatta belki de Asam'ın sağır olduğunu farketmemişti bile kendisi de duymadığı için. Onun da yaşamaya cesareti olmadığı için karşısındaki korkak ona gözü kara bir şovalye görünmüştü belki de. Kıssadan hisse, bu aşk burada doğmuş oldu ama yakında öleceği çok belliydi. Zaten aşkları ölmese bu zavallı çiftin sonu intihar olurdu.

Asam kendini o kadar kaptırdı ki kadına, kaybetme korkusu tek duygusu haline geldi. Bu korkuyla ona sımsıkı sarılmak istedi. Her adımında yanında olmak, onu mutlu etmek, ona yaranmak...

İnsan kendini sevmeli önce. Kendini mutlu etmeli. Mutsuz bir erkek bir kadını nasıl mutlu edebilir ki? O da edemedi nitekim. Onun her adımında kadın iki adım geriledi. Kendisine verilmek istenen mutluluk onu bir buhrana soktu.

Kadın, mutluluğu hak ettiğine inanmıyordu anlayacağınız üzere. Eğer birisine ilk görüşte aşık olduysanız ve ondan da karşılık geldiğinde kaçma eğilimi gösteriyorsanız, siz belli ki kendinizden nefret ediyorsunuzdur. Bu kadının içindeki nefret de kendineydi.

"Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız."
                                                                                    Şahabettin

Kadın devamlı kusur buldu delikanlının yaptığı her jeste. Onun sevgisine, varlığına kusur buldu içten içe. Çünkü, kendi kusuru büyüktü: benliğine nefret.

Böylece hayatında ikinci kez kaybetti Asam. Bu seferki kayıp onda ikiyüzlü bir iz bıraktı. İçindeki kaybetme korkusu ne kadar büyüdüyse, cesur görünme isteği o derece arttı.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Günün içinden bir trajedi (devamı)

Bu delikanlının bir de ismi vardı çoğu insanın olduğu gibi. Adı Asam'dı. Ana babası ona Asam demişti; çünkü onun asam olduğu doğduğu günden belliydi. Kendi ağlamasını duyamıyor, duyuramadığını sandığından hep daha çok bağırıyordu. Böylece kaderi ismiyle yazılmış oldu. Artık kimseyi gerçekten duyamayacaktı.

Liseye başlayana kadar bu durumun farkına varamadı. O sebeple, hayatının uzunca bir süresinde insanları dinledi. Olayları, değişimleri, gelişimleri dinledi hep. Ta ki liseye başladığı sene en yakın arkadaşından gerçeği duyana kadar. Renklerin birbirine karıştığı, bulanık bir bahar günüydü. Ergenlik sivilceleri hava değişimden daha da bir olgunlaşmış gençler, bedenleriyle ruhları arasındaki farkın bunalımını yaşıyorlardı. Arkadaşı ona, "sana anlattığım her şey beni pişman ediyor. sen bir zaman kaybından başka bir şey değilsin. Çünkü kelimeler kulak zarına çarpıp geri dönüyor ve sen sana ulaşan yankılardan yargılara varıyorsun." demişti. O gün delikanlı adının anlamını kavradı. Bir daha da hiç sorgulamadı. Sadece dinlemeyi bıraktı.

Belki arkadaşının söyledikleri baştan aşağı doğruydu. Hatta belki dünya tarihinde bundan daha doğru bir kelam hiç edilmemişti. Ama arkadaşı, bunları söylerken kelimelerin anlamına değil, ne kadar acıttığına bakmıştı sadece. Gençler acımasız olurlar. Tıpkı Asam'ın ona acımaması, onun cılız bedenini diğerlerinden korurken aslında kendi gücünü kanıtlayıp onun güçsüzlüğünden yararlanması gibi, o da Asam'ın farkında olmadığı sağırlığından faydalanmış ve ona acımasızca saldırmıştı işte.  Farkında olmadan bir insanın hayatını çözümlemek, ona gerçekleri göstermek hiç de küçük bir iş değil.

17 Temmuz 2011 Pazar

Delikanlı herkesin gözünde cellat değildir

Kızın celladı olan delikanlı, aslında hayatı yakalamak için çaba sarfeden bir meraklıydı. Meraklıydı, her şey onun için bir muallaktı. Hayatı bu yüzden seviyor, kızdan bu noktada ayrılıyordu. Kız, hayatı her şeyiyle sevmeyi bıraktığı anda hiçbir benzerlikleri kalmamıştı. İki kardeşe dönüştüler. Kardeşler birbirinden her zaman ayrılır. Biri, diğerinin karakterini zıtlaştırır kendine. Delikanlı da aslında bunu yapmıştı kıza.

Ama her şeyin bir sebebi vardı doğada. Kişiler, özgürlüklerinin sınırlanacağını anladıkları vakit o sınırı kaldırmak için canla başla mücadele ederler. Delikanlı bunu hissetti. Çünkü onun lugatında aşk demek bağımlılık demekti. Bir başkasıyla bütünleşmek, onun boyunduruğu altına girmek demekti. Onu boyunduruk altına almak demekti aşk. Bu kimi korkutmaz ki? Hele delikanlı kadar hayatında bağımlılığı olan bir insansan, kat be kat kaçarsın yeni bir bağımlılıktan.

Her şeyden önce, geçmişine bağımlıydı. Onu bırakmamak, yine de hayatı yakalamak mümkün değildir. Kendini kandırmaksa her zaman kolay. Aslında kolaycı sayılmazdı pek, o yüzden kendini kandırdığının bilincinde olup her şeyi daha da zorlaştırıyordu.

Geçmişten kopmak kolay değildir. Çünkü zaman öyle bir kavramdır ki, bir salise öncesi de geçer gider ve sen onu daha yakalayamadan, daha ne yaşadığını anlayamadan bitmiştir artık. Bunu kabullenmek, geçen her saliseye olgunlukla güle güle demek sadece iki buçuk milyon insandan birine nasib olur. Ne yazık ki sözü geçen bireylerden hiçbiri bu ulvi yeteneğe sahip değildi. Ama hiçbirinin zaman mefhumuyla delikanlı kadar derin dertleri yoktu.. Bu yüzden onu anlayamazlardı. O da bunun farkındaydı nitekim. Kızın onu anlamayacağını biliyordu en baştan. Kaçırdığı nokta ise şuydu: kim kimi kendisi kadar iyi anlayabilir ki?

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Günün içinden bir trajedi (devamı)


Kimdi meczup?
Ya kızdı, ya kuzeni, ya delikanlı ya da çöpçü. Bunların biri aklını çoktan yitirmiş olmalıydı. Kız böyle düşünüyordu artık. Herkesten şüphedeydi, kendi dahil. Sanki sairfilmenamdı bir süredir; her şey gri bir sisle çevriliydi. Bu sisin içinde bir görünüp bir kaybolan hayatın ta kendisiydi. Onu yakalayamıyordu.  Yakalamak için bir çabası da yoktu nitekim.

Çünkü hayat bir amaç için direnir.

Kız ise inatçı ne varsa uzak durmaya and içmişti. Bu yemin, delikanlıyla yaşadıkları dördüncü dilsiz geceye denk gelir. O gece, konuşmayı yasaklamıştı delikanlı kıza. “Sadece ben aklımdan geçenleri söyleyebilirim bu gece; çünkü benim aklımdan geçenler bizi sıkmayacak kadar ilintisiz konular bizimle. Sen konuşursan, aşkın verdiği saçmalama arzusunu yenemeyeceksin. Ben bu zırvaları çekemeyecek kadar tecrübeliyim.” Demişti. Kız onu anlamaktan acizdi. Onu anladığı an, kendini olmayan bir hikayenin ıssızlığında bulacaktı çünkü. O ise yarattığı hikayenin verdiği acıdan mesuttu. Bütün gece konuştu. Ama sesi hiç çıkmadı. Delikanlı inat etmişti onu duymamak için. Tıpkı o, delikanlının umursamaz sözlerini duymamak için nasıl inat ettiyse...
Ve böylece, inattan tiksindi kız. İnatçıdan nefret etti. Hayatla o gün zıt düştüler. 

Günün içinden bir trajedi







Bu haber günümü kararttı. Kendi kendimle derin bir cebelleşme içine girdim.


Benim sonum bu mu?

Gayet normal, işinde gücünde, arkadaşlarıyla iyi geçinen, aile büyüklerini sayan, bayramda seyranda el öpen bir genç kızın dramını anlatacağım şimdi size.

Kızımız, hayatı seven, olduğu gibi kabul eden, vatanına milletine hayırlı bir gençti. Hayatta bazı hedefleri vardı ve bunları geçrekleştirmek için canla başla çırpınıyordu. Daha iyi bir reklam yazarı olmak, sektördeki gelişmelerden haberdar olmak, bir de ileride uzun metraj film senaryoları yazmak gibi mütevazi hedeflerdi bunlar.

Arkadaşları vardı...

Onlarla her genç kız gibi dedikodu yapıp çekirdek çıtlatmak, yeri geldiğinde çılgın partilerde boy göstermek, yeri geldiğinde evinde kedi gibi film izlemek onun uyumlu yapısının kanıtıydı.

Dinle imanla ilgisi yoktu belki ama evren ve kozmik olaylar konusunda da kafayı sıyırmış bir manyak değildi. Sığınma zorunluluğu hissetmemişti hiç.

Sonra bir gün...

Her zamanki gibi sıradan bir gündü. Arkadaşlarıyla dolma sarıp dedikodu yapıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başka bir arkadaş grubunun Peyote'de olduğunu öğrenip oraya gitti. Uyumlu kişiliği sayesinde ortama saniyesinde ayak uydurmuştu. Biralar içiliyor, gelecek festival programları konuşuluyordu. Herkes çocuklar gibi şendi o gece. Kızımız onu bekleyen felaketin farkında değildi henüz.

O an geldi...

Delikanlı, soğuk bir gölge gibi belirdi. O soğuk gölge, kızın içine işledi. Nedeni yok. Beyaz atlı bir prens değildi. O, daha çok bir seri katilin karanlık bakışlarına sahip, elleri kuş kadar narin, bedeni yaprak kadar hafif bir cellada benziyordu.

Belki de bu yüzden aşık oldu kız...

Gel zaman git zaman, kader celladı kızın karşısına çıkardı. "PAT" diye beklemediği bir anda hatırladı kız. Zaten yıllar öncesinden tanıdığı bir yüz olduğunu. Kafasında beliren tek bir sahne vardı yıllar öncesine ait. Delikanlının yeni yetme bir ergenken kafasını sıranın üzerine koyup uyuduğu görüntü. O zamanlar aklından "bu çocuk devamlı hayal kuruyor" geçmişti. Halbuki hayal kuran kendisiydi.

Mutlu son mu yaklaşıyordu, trajik mi?

Hayat bir trajedi olduğuna göre, yaklaşan sonun mutlu olmasını bekleyemezsiniz. Kız, delikanlının yüzünü okşadı. Sonra saçlarını. İşte ölümcül bir hata. Bir celladın saçlarını okşadığınızda, kadim laneti canlandırırsınız. Bu lanet, size hayatı sorgulatır, sizi güneşten soğutur, gölgede bile içinizi yakar. Bir kere lanetlendiyseniz artık dönüşü yoktur. Her şeyden sıkılır, olmadık yerlerde olmadık şeyler söylemeye başlarsınız. İnsanlar size üzülür; ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktur sizin için.

Kızımız lanetlendi... 

Bu lanet yüzünden sığınacak bir şey aradı ve kozmik güçlere kendini adamak istedi. Evrene yalvardı, "ne olur, şimdi beni ota çevir ki hiçbir şey hissetmeyeyim" diye... ama nafile.

Evren onu bir kere lanetlemişti, neden onu bu acıdan kurtarsın ki?


Kara kara düşünmeye başladı...

"Neden ben?" diyordu. Bu hallerine bir anlam veremiyordu. Eski neşesine kavuşmak, hayattan zevk almak onun için artık çok uzak bir hayaldi. Ömrünün kalanını bir kara büyüyle geçirecekti ve bunun farkındaydı. Ama farkında olmadığı bir şey vardı. 

Kara büyüyü kendi kendisine yapmıştı o...

Hayat dümdüz geçmez. Bunu her aklı selim dünyalı bilir ve kalbinde bu acıyla yaşar. Her dünyevi canlı hisseder ki, mutlu günler mutsuzluğun habercisidir. Bunun sebebini kişi kendisinde ararsa, hali nicedir. Çünkü en doğru şeyi yapmış olur. Hayatta doğru şeyler yapmaksa, biz insanların kendi sonunu hazırlama yöntemidir. 

Sonunu itinayla hazırladı...

Bunu bilerek yaptı. Zevkten mahrum kalmak istedi kız. Zevkten mahrum kalmanın tek yolu vardı. Kendini anın tadını almaya adamak. O anlardır ki, sen gelmesini istersen peşini bırakmazlar. Ve böyle tadı olan anlar, çok sık yaşandığında önemini kaybederler. 

Bir haftasonu kaçamağıydı...

Sahilde uzanmış, rüzgarın incecik kum taneleriyle evrenin şamarını yiyordu. Bir şamar da yanında yatmakta olan kuzeninden geldi. "Sen anın tadını yaşamayı bilmiyorsun. 'Beyaz atlı prens değil' diyorsun, ama yine de onu düşünüyorsun. Bırak onun cellatlığı sana zevk versin, bir de rengarenk atları olan prensler, şaklabanlar hatta saray çöpçüleri de girsin hayatına" 

Beyninde bir boşluk dolmuştu...

Gerçek anlamda bir aydınlanma yaşadı kız. Daha önce duymadığı bir şey olduğundan değil. Daha önce düşünmediği bir noktaya varmıştı yalnızca. Bir şeylerin anlamını yitirmesi, o şeylerin sıklıkla yaşanmasına bağlıydı. Kızsa hayatında anlam istemiyordu. İşte her şey bu kadar basitti. 

Hayatına bir çöpçü sokmaya karar verdi...
Bu çöpçü, ona bütün duyguların en yorucularını yaşatacak, onu günden güne duygusuzluğa mahkum edecek, işinin ehli bir çöpçü olmalıydı. Zaten çöpçü olmasının da bir sebebi vardı; ne kadar kirli his varsa silip süpürmek. 
Bir insan bir şeyi isterse, o şey olmuş demektir. Kız bunu istediğinde bunun olduğunu biliyordu. O çöpçü onun hayatına girmiş ve aşkın en bencil, dostluğun en kalleş, eğlencenin en işkenceli noktalarını yaşatmaya başlamıştı bile ona. Sevgiye muhtac olduğu anları kolluyor ve tam o anda canını yakabildiği kadar yakıyordu. Çünkü bu çöpçü feleğin çemberinden geçmişti.  Hayatı sadece çöp toplamaktan ibaret değildi; aynı zamanda sevgi arsızı kadınların özel anlarını kollamaktı en büyük zevki. Bu anları yakaladığında onlara ne yapmaması gerektiğini öğrenmişti. Onlara sevgi vermemeliydi.  Nefret vermeli, hırs almalıydı. Hırs, sevgiden daha güçlü ve yüce bir duygudur. Her insanoğlunun harcı değildir hırslanmak.  Çöpçünün misyonu, hayatına girdiği kadınlara bu yüce duyguyu yaşatmaktı.
Kızın canı o kadar yandı ki, hırsı bütün iliklerinde hissetmeye başladı. Adam ona nefretini veriyordu, o insanlığa kinini. Böylece vücudu çürümeye başladı. Kuantum nedir biliyor musun? Kuantum, ruhunun bedenini ele geçirmesidir. Normal insanların bedeni ruhuna hükmederken, ruhu can çekişen insanların ruhu bedenini ele geçirir. İşte kıza olan da buydu. Benliğindeki kin ve hırs, vüdunu yok etmeye çalışıyordu. Aynaya bakamayacak duruma gelmeliydi. Böylece çöpçünün nefretini hak edecekti. 

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Hippiliğe giriş



Sevgili ablam, haftaya Muğla'daki trans parti-festivale gidiyor. Dünyanın her yerinden sarı sarı hippiler gelecek, transa geçeceklermiş. Bunu duyunca "ben de geliyorum" dedim. "sen gelemezsin, sadece hippiler gelebilir" dedi. inanın, hırsımdan ağladım.

Ben de hippi olabilirim. Her şeyden önce sırtımda haspel kader yapılmış bir güneş dövmesi var. hem de artık 10 sene olduğu için solmaya başladı ve tam hippi kıvamına geldi. demek ki hippiliğin en önemli ve ilk öğesini aslında taşıyorum. 

ikinci adıma geçmem şart. sadece bir haftam kaldı. tanrım beni baştan yarat, bu sefer hippi yapıver. 

ikinci adım, yıkanmamak. benim için hiç de zor değil. saçıma fön çektirdiğimde paralar boşa gitmesin diye 1 hafta yıkamamışlığım var. yine yaparım. bu durumda ikinci adımı da garantiledim. Tüh, keşke bu sabah duş almasaydım! 

bu kadarı yetmez. o kadar hırslıyım ki, herkese gerçek bir hippi nasıl olur göstermek istiyorum. sonuna kadar gideceğim. bu durumda yapmam gereken şey açık: işi bırakmak. 

bunu yapıcam; ama biraz zamana ihtiyacım var. bu ay bir laptop bir de mp3 çalar alıcam. onları da alıyım işi bırakıyorum. ama işsizken annesinin dizinin dibinde oturan bir hippi olmanın manası yok. o halde bir şekilde para bulmak zorundayım. onu da en hippi yöntemiyle yapmalıyım. yani, çalışan arkadaşlarımın "sevgi, barış, kardeşlik" ilkeleri doğrultusunda sahip olduklarını benimle paylaşmalarını sağlayarak. evine yerleşebileceğim birkaç kişi var. onlar da aklımın bir köşesinde. 

bir de babası belli olmayan çocuk yapmam gerekiyor galiba. o iş kolay ama sonucunda bir aile dramı yaşamak da var. ah ablacığım, yuvamızı sen yıktın! hippi olamassın demeyecektin bana. şimdi bu babasız çocuğu annemle babama sen anlat. 

son olarak benim için kolay başkaları için içler acısı olan son bir şey yapmam gerekiyor. koltukaltı kıllarını uzatıp örülecek kıvama getirmek. bunları göğsünü gere gere açmak. kaşlarımı zaten 2 senedir saldım gitti. o da benim için bir artı puan oldu. 

hippi olma yolunda çok istikrarlıyım. haftaya benim gibi başarılı hippi kardeşlerimle transa girecek, onlarla hayatın anlamını, özgür aşkı ve sevginin gücünü tartışacağım. ve ablam müberranın hırslı iş kadını kişiliğini deşifre edip onu afaroz ettireceğim. hem belki serseri mayın gibi dolaşmaktan vaz geçip kendini kariyerine adamasına yardımım dokunur. 
 

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ne varsa atasporlarımızda var


Futbola yakından bakmanın vakti geldi. Şike operasyonundan bahsetmiyorum; nasılsa şike yapmak haram değilmiş.

Ben hayatın tam içinden, futbol-kadın-erkek üçlemesinden bahsediyorum. İkili ilişkileri çözmenin tek yolu futbola yeni bir gözle bakmak. Futbol terimlerini bilmeden, "gol", "kornerden dönmek", "sahalara yeniden çıkmak" ASLINDA ne anlama geliyor bilmeden erkekleri anlamamızın imkanı yok. O zaman kolları sıvayalım:

ŞİKE: Maddi ya da manevi rüşvet karşılığında bir futbol karşılaşmasının sonucunu önceden belirlemek.

GERÇEK ANLAMDA ŞİKE: Bir kadın veya bir erkeğin karşı cinsin kendisi hakkındaki duygu ve düşüncelerini değiştirmek için başvurulan yöntemler. Mesela bir erkeğin kadına mesajlar atması, araması sorması cinsel münasebet sonrası kesiliyorsa muhtemelen erkeğin baştaki davranışları tamamen şikedir.

DİREKTEN DÖNEN TOP: Gole koşan bir adet futbol insanının kaleyi yanlış hesaplayarak topu kalenin ortasına değil de kalenin direğine atması, topun direğe çarparak kale dışına çıkması.

GERÇEK ANLAMDA DİREKTEN DÖNEN TOP: Kadın ve erkek kişilerinden birinin bir diğerini tavlamak için yaptığı hamlelerin yerine isabet etmeyerek amacına ulaşamaması.

KORNER: Kaleci veya defans oyuncusu topa müdahale ettiğinde top kale çizgisinden dışarı çıkardıysa karşı taraf lehine kale çizgisi ile yan çizgi arasından verilen serbest vuruş hakkı.

GERÇEK ANLAMDA KORNER: İki erkek bir kadın veya iki kadın bir erkek arasında yaşanan mücadelede taraflardan biri karşı cinsi etkileme adına yaptığı hamlede başarısız olursa karşı cins ikinci seçenek lehine serbest kurlaşma hakkını verir.

GOL: Bir adet futbolcunun, dört tarafı fileden örülmüş ağla kaplı, ön yüzü açık bir kutu olan kaleye ağırlığıyla meşhur futbola özel topu sokması.

GERÇEK ANLAMDA GOL: Kadınla erkeğin cinsel münasebeti.

Ben futboldan şunu anlıyorum; şike varsa cezası da olmalı, bir adam seni aradı mesajlar attı ve espriler yapıp seni güldürdü. Sonunda senin de gönlün olduğıundan kelli gole gittin. Sonra bir de baktın durum değişti. Ne yapacaksın? Şikenin cezasını vereceksin. Sahalara çıkmasını engelleyeceksin. Nasıl olur bilemiyorum ama gerekirse o top patlatılacak.

Direkten dönen bir topun gole gitme ihtimali yoktur. o top önce başka oyuncuların ayağında seker seker sonunda çok azmedersen sen de bir tur sürersin. Savaşçı bir kişiliğin varsa diğer kadın veya erkek rakiplerinle omuz omuza mücadele et. Mutlaka gole gidersin. Yok ben hiç o kadar hırslı değilimdir diyorsan önümüzdeki maçlara bakacağız de ve adabınla kenara çekil.

Özetle; futbol ne anlamsız bir müessese, ne gerek var? Yağlı güreş varken futbola prim vermeyelim arkadaşlar.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

acımam donklarım



İsteyen bana apaçi desin. itiraz etmiyorum. ama donk diye bir akım çıktı ve ben sevdim ne yalan söyliiim. her şeyden önce pırıl pırıl ingiliz gençlerimiz için trend olduğuna göre başımın üzerinde yeri var.

neymiş bu donk diyenlere yukarıdaki videoyu izlemelerini öneriyorum. 31 dk olduğu için üşengeçlere şöyle bir iki cümleyle özetliyim..

işte herhangi tarz bir müziğin üzerine "donk donk donk donk..............." efektleri ekleniyor, bunu ister hiphopla yap ister davul zurnanın üzerine koy. aynı etkiyi yaratıcağına eminim. bir de donk akımına ayak uydurmak için kocaman sneakerslar, hiphopçı kepleri ve bağyanlar için fosforlu pikini üstleri gerekiyor. tabi bir de haplanmanız ve 13 yaşında olmanız.

bence çok eğlenceli. bir de şu ingiliz ergen kızları ağızlarını yaya yaya ağğy dooğnk on iiyt demeseler daha da bir ısıncam.. yeni kıyafet alıcak param yok. yeni tarzımı oluşturucak parayı buliim, ilk iş  beyaz şahinimi altıma çekip ibrahim tatlısesin üzerine donk yapıcam.

note: itiraf ediyorum ya, spikere hasta oldum yemişim donku.. bağyanlar 31 dakika değil 31 gün de olsa izlenir. benden söylemesi..

Bilimsel Seks Hikayeleri



Kendimi bilime adayacağımı söylerken beni ciddiye almadınız di mi? peh! boş konuşmam ben, adadım. İlk bilimsel tezimi de buradan yazıyorum:

Google'dan seks hikayeleri yazılıp bloguma ulaşılması beni çok derinden etkiledi. Öncelikle neden insanlar normal bir davranış biçimi olan google'a "16'lık çıtır", "hardcore seks", "haydar" gibi terimler yazmayı değil de "seks hikayeleri" yazmayı tercih etsinler? İkincisi, haşin sevişme sahneleri kurabilecekleri bir hikaye yerine benim konusuz ve biçare yazılarımla karşılaşınca ilk tepkileri ne oluyor?

Bütün gece bunu düşündüm. Çünkü bilimsel yöntemin ilk adımı muhakeme etmektir.

Vardığım sonuçlar çok net olmamakla beraber bilimde ilimde irfanda net olan ne var ki? (Evrim teorisi hariç). Her neyse konumuza dönelim: Ben bütün gece kendimi bu insanların yerine koydum. Şimdi çok canım çekmiş diyelim ki, "hay bir fakfinifikfok hayali kursam" demişim ama iş bu ya, hayal gücüm durmuş o an. İşte o noktada işin içinden bir müddet çıkamadım. Bir insanın ıssız bir ada konusunda hayal gücü durabilir ama bu konuda google'a yazacak kadar kararlıysa kafasının tıkır tıkır çalışması gerekmez mi? Neyse ben kendi düşlerimi bilim uğruna feda ettim, aklıma gelenleri ışık hızıyla kovaladım. İşte o zaman "ne yapsam, ne etsem" diye düşünürken "aaa google'a yazıyım lan! kesin çıkar" dedim. Google'a "bana öyle bir seks hikayesi getir ki, konusu romantik olsun, içinde entrika da olsun; ama seks paragraflarında coşsun" yazdım.

Buraya kadar okey miyiz?

Peki google ne yaptı? Şerefsiz google bir angelina, liona, corç üçlemeli hikaye yerine getirdi karşıma "bu hayat bana mı bayat" diyen ahlaksız terbiyesiz bir blogu! Gecenin 4'ünde kalkıp blogumu açıp sanki daha önce hiç okumamış da seks hikayesi aramaya gelmiş gibi bir gözle baktım. İnanın küfür ettim. Cımbızla cinsel terimler aradım, evet aralardan çıkmadı değil baya da çıktı. heleki meme ve göt kelimeleri gırla. Ama yazar hikayeyi bütünleyememiş ki anasını satıyım. nasıl hayal kurayım? her "meme" kelimesinde tahrik olmaya çalıştım ama bir sonraki cümle beni hep düşürdü. Küfür ede ede okuyup ağlaya ağlaya uyudum a dostlar.

Şimdi bilimsel çalışma bunun neresinde diyenlere:

Bugün de denek olarak kendimi gözlemliyorum. Gerçekten de halet-i ruhiyem pek vahim bu sabah. sanki böyle dün birisi bütün mal varlığımı çalıp kaçmış da ben de göz göre göre arkasından el sallamımşım gibi. Kısa vadede ruhsal çöküntüye uğrattığını keşfettim. Bundan sonraki aşama tabi ki bunu periyodik olarak tekrarlayıp hayatımdaki değişiklikleri gözlemlemek.

Bence ilk bilimsel çalışma için gayet güzel oldu. Oldu oldu..

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Balkanlardan gelen huzur dalgası



Blogumun çizgisini değiştirmeye karar verdim. Evet, fark edilmese de blogumun bir çizgisi vardı.

Neden mi değiştirmeye karar verdim? Çünkü artık hayat bana bayat değil. Ben huzuru buldum. Huzur islamdaymış. şaka lan şaka. Uyuşturucuya başladım da ondan. yok, bu da şaka. Ama ayıptır söylemesi huzuru ilk amsterdam'da bulduğum doğru. Onca güzel insan, kafa da güzelken insana bir hayatı sorgulatıyor haliyle. Böyle bir dünya varken senin hayatındaki sorunun evren için ne önemi olabilir ki? Nitekim bir timoti tanıdım (adını hatırlamıyorum açıkcası, kod adı timoti) o varken ben doğa ana olsam gerisini sallamam. Aman timotiye bir şey olmasın diye bütün toprak su hava enerjimi oraya yönlendiririm. E sağını dönüyorsun timoti solunu dönüyorsun adrian. Doğa ananın bize ayıracak vakti kalır mı? 

Adam haklı. Ben de koy götüne rahvan gitsin diyorum artık. Yani bir Timoti için bunalıma girmedikten sonra kimin için girsem boş. Şu ana kadar şu tertemiz sayfaları doldurduğum hippisiydi, çengisiydi, avare gezeniydi... bunlara şimdi yüzümde bir tebessümle bakmaya başladım dostlarım. Ya gerçekten huzura erdim, ya da şuan farketmesem de timoti bunalımı yaşıyorum. 

note: amsterdam-brüksel-selanik-sarozdaki yazlık gezimi de bilaleyh anlatacağım ama malum bu daha önemli bir konuydu.. önceliği buna verdim.