Her yeni gün birilerinin sonudur. Bugün de lise 2 öğrencisi Yavuz'un son günüydü. Kıçına soktuğu 25 fitil, etkisini çok hızlı gösterdi. Derdi ölmek değildi. İntihar edecek olsa babasının ırzına geçtiği gün ederdi. Kelimelerle ırzına geçmişti babası, o 13 yaşında bir yeniyetmeyken. "Şerefsiz ibne"yi bir güzel götüne sokmuş sonra bir müddet gidip gelmişti zavallı annesinin bakışları altında. Annesi bu tecavüzü anlamamıştı belki ama ters giden birşey olduğu çok açık olduğundan sorunu oğlunda aramıştı; nitekim baba ne yapsa yeriydi. Oğlunun iyiliği için...
Yavuz'un derdi ölmekle yaşamakla değildi. Sadece evde vibratör olarak kullabileceği birşey bulamamıştı; fitiller işini görecekti. fitiller işini gördü: Tam bu sırada Viyana'da bir grup sanatçı bozuntusu, dünyanın en aşık çiftlerini toplamış ve boğazlarını kestikten sonra kanlarını ünlü Viyana çeşmesinden akıtmaktalardı, bir yandan aşk manifestosunu okurlarken. İşte artık Viyana gerçekten aşıklar şehri. Şehrin göbeği, aşıkların kanlarıyla sulanıyor. Artık oraya gidip de dilek dilemek isteyenler, bozuk para verine sevgililerinin karaciğerini atıyorlar çeşmenin etrafındaki havuza.
Yavuz'un karaciğeri malesef Viyana'daki çeşmeye değil, Karacaahmet mezarlığına atılacak. Çünkü onun tek sevgilisi, evde bulduğu fitillerdi. Onlar da içinde eriyip gittiler.
25 Nisan 2011 Pazartesi
Gelecek Nesiller Akılcı Yetişmeli
Tanıdığım bir pedagog var; çocuklarına resimle tedavi uyguluyor ve geleceğin şizofrenlerini yetiştiriyor. Onlara muayenehanesinin karşısındaki binanın dökme taştan duvarının içindeki bir insan figürünü göstermiş geçenlerde birgün. "Sizce bu kadın orada neyi bekliyor?" diye sormuş. Hiçbir çocuk, o kadının bir pedagog cinayetine kurban gidip, bu dökme taş duvarın ona mezar olduğunu bilememiş. Kimisi olmayan beyaz atlı prensini bekliyor demiş, kimisi psikopat kardeşinin işkencelerinden saklandığını söylemiş. "Çok iyi niyetli tahminler. Bu hastalar hala iyileşemedi. Bir başka ceset içinse duvarda yer yok. Ne yazık."
İşte herkesin hayatta bir misyonu var. Gelecek nesillere akıllarını kaybetmelerini beklemenin ne kadar anlamsız olduğunu anlatmak; beklemek yerine harekete geçmek ulvi bir görev. Neden kafasına sıkmak için insanoğlu karısını üç erkekle bir yatakta basmayı beklesin ki? Ya da neden damarlarındaki kanı bir kaba boşaltıp yerini alkolle doldurmak için illa da en yakın arkadaşı tarafından dolandırılıp bütün malvarlığını kaybetmeli önce? Çocuktan alıştıracaksın. Bünyen her şeye dayanıklı olacak. İlkokul sıralarında 1 Nisan şakası olarak çantandan bir orta parmak çıksa, gazetelerin 3. sayfa haberleri sana bu kadar koyar mıydı?
21 Nisan 2011 Perşembe
isyanım var
Bu sene bahar gelmeseydi nolurdu? bence dört mevsim çok yorucu. kafa karışıklığından başka birşey değil. noldu şimdi kışa daha yeni alışmıştım, bahar geldi, buna da alışamadan yaz gelicek de ne olacak? ne zevk alıcaz. bunların hepsi ara mevsimler yüzünden oluyor. doya doya yazı kışı yaşayamıyoruz. Neymiş bahar gelmiş, karında arı vızıldaması, şapşal bir baş dönmesi, heyecanlı bakışlar, şizofren ilişkiler... hepsi bahar yüzünden. isyanım var.
18 Nisan 2011 Pazartesi
Anılar 1: gözümde canlandılar ve birazdan ölecekler
Çer-çöp saklayan, hiçbir şeyi atamayan biri değilim. Hiç acımam, her türlü mektup, kartvizit ve eski fotoğrafı ayda bir Halkalı çöplüğüne gönderirim. o yüzden bana nostalji yaşamak pek nasip olmuyor. Biraz önce tesadüfen ilk dergi yazım önüme çıktı. Ben de nostalji yaşayabildim sonunda. Artık gam yemeden bu yazıyı da çöp kutusuna gönderebilirim.
UÇAKLARIN SEMADA SLALOM DANSI
Formula 1’in papucu dama atılıyor! İnsanoğlunun gözünü uzaya diktiği şu dönemde, bu ilgiden hava sporları da nasibini alıyor. Karada bile baş döndüren Formula 1’i bir de gökyüzünde düşünün. Kalbiniz hızlı hızlı çarpacak, miğdenizde arılar vızıldayacak ve gözleriniz kararacak. İşte heyecanın gökyüzüne yansıması!
Son yıllarda alternatif sporlar denilince akla ilk gelen “Air Race” serisi Red Bull sponsorluğunda başladı. Serinin ilk yarışı 110 bin seyircinin katılımıyla Abu Dabi’de gerçekleşti. Uçakların yerden yalnızca 20 metre yükseklikte ve saatte 450 kilometre hızla birbirinin dibinde biten kuleler arasında uçtuğunu düşünün. Uçmak ne kelime! Aynı zamanda bir sirk akrobatının bile ağzını açık bırakacak manevralar yapmak zorundasınız. Peki bu durumda gözü kararmış ve hatta aklını yemiş olanlar kimler? Bu çılgınlığı izleyen 110 bin kişi mi yoksa gökyüzüyle dalgasını geçen pilotlar mı?
Kimileri için yaşamın anlamı haline gelen bu heyecanı daha yakından tanımakta fayda var. Bundan birkaç yıl önce heyecan, hız ve tutkunun diğer adı Formula 1 yarışlarıydı. 2000’li yıllarda da son sürat devam eden bu yarışlara hayal gücümüzü haddinden fazla zorlamamızı gerektirecek bir yenisi eklendi: Red Bull Air Race World Series. Efsanevi Formula 1 yarışları en fazla izleyiciye sahip spor etkinliği sıfatını yakında kaybederse bunu nedenini Red Bull Air Race World Series pistlerinde aramamız gerekir.
Red Bull Air Race World Series heyecanlı, dinamik, son derece hızlı... Kısacası akıllara ve kalplere zarar bir yarış. Buna gökyüzünde Formula 1 yarışı demek yerinde olur. İşin üstatları bu yarışı bugüne kadar düzenlenen en zaruri slalom yarışı olarak adlandırmakta hiç de haksız sayılmazlar. Saatte 450 kilometreyi bulan hızlarıyla kulelerin arasından geçen uçaklar karşısında heyecan duymamak için insanın ruhsuz olması gerek. Üstelik bu kuleler, 400-1400 metre arasına dikilmiş ve aralarındaki mesafe 14 metreyi geçmiyor. Ve uçaklar yerden yalnızca 20 metre yüksekten uçarak kuleler arasında keskin dönüşler yapıyor. Buna dünyanın en zorlu slalom yarışı denmez de ne denir? Şimdi öteki adı adrenalin olması gereken bu spora biraz daha yakından bakalım.
1920’lerde ABD’de başlayan “hava yarışı” geleneği basit birkaç manevradan ibaret bir hız gösterisi şeklinde gerçekleşiyordu. Ancak uzun yıllar sonra Macar pilot Peter Besenyei, Amerikan modelinde eksik bir şeyler olduğunu fark etti: Pilotun sanatçı yönü! İşte bu önemli eksiğin de giderilmesiyle hayal gücünün ve sanatın (!) sınırlarını zorlayan Red Bull Air Race World Series ortaya çıktı. 2003 yazında konsept belirlenerek Zeltweg’deki Air Power organizasyonunda efsanevi kuleler ilk kez şişirildi ve start alındı. Bu yarışın temellerini atan akrobasi şampiyonu Peter Besenyei ise bu işin hakkını vererek yarışın ilk birincisi oldu.
2004’te Budapeşte’de yapılan Red Bull Air Race ise kaçırılmaması gereken bir görsel şölendi. 1 milyonun üzerinde kişi de bu görsel şöleni kaçırmadı ve Amerikalı Kirby Chambliss’in zaferine tanık oldu. Daha önce bir şampiyona olarak gerçekleşen yarış, 2005 yılında gerçek bir seriye dönüştürüldü. Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dhabi, Hollanda Rotterdam, Avusturya Zeltweg, İrlanda Rock of Cashel, İngiltere Longleat, Macaristan Budapeşte ve Amerika San Francisco’da düzenlenen yarışlarda Amerikalı Mike Mangold şampiyonluğa imzasını attı.
Red Bull Air Race World Series, 17 Mart tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de başladı. En yetenekli pilotlar bile Red Bull Air Race’in katı kuralları karşısında heyecanlanmadan edemiyor. “Bu yarışı ilk duyduğumda, ‘İşte bu gerçek bir şey’ dedim. İlk uçuşumda da nutkum tutuldu!” diyen Amerikalı akrobasi starı Kirby Champless birçok pilota tercüman olmuş. “Kobra figürü” diye adlandırılan hareketi yapabilen tek pilot olan Kirby’nin bile nutku tutuluyorsa diğerlerinin halini siz düşünün. Sonuç ise baştan belliydi. “Air Race”in babası Peter Besenyei, serinin Abu Dabi ayağının birincisi olarak sıfatına yakışır bir sonuç elde etti.
Asıl haberimiz şimdi hız ve adrenalin tutkunlarına geliyor: Red Bull Air Race World Series’e 2006 yılında ev sahipliği yapacak ülkelerden biri de Türkiye olacak. 17 Mart 2006 tarihinde Abu Dabi’de start alacak yarışlar Barselona, Berlin, İstanbul, Budapeşte, Londra ve Amerika’da devam ederek Avusturalya Perth’de son bulacak. 29 Temmuz 2006’da İstanbul’da meraklılarına tam bir görsel şölen yaşatacak olan sanatçı ruhlu pilotların kelimenin tam anlamıyla “ semadaki dans gösterilerini” kaçırmamakta fayda var.
UÇAKLARIN SEMADA SLALOM DANSI
Formula 1’in papucu dama atılıyor! İnsanoğlunun gözünü uzaya diktiği şu dönemde, bu ilgiden hava sporları da nasibini alıyor. Karada bile baş döndüren Formula 1’i bir de gökyüzünde düşünün. Kalbiniz hızlı hızlı çarpacak, miğdenizde arılar vızıldayacak ve gözleriniz kararacak. İşte heyecanın gökyüzüne yansıması!
Son yıllarda alternatif sporlar denilince akla ilk gelen “Air Race” serisi Red Bull sponsorluğunda başladı. Serinin ilk yarışı 110 bin seyircinin katılımıyla Abu Dabi’de gerçekleşti. Uçakların yerden yalnızca 20 metre yükseklikte ve saatte 450 kilometre hızla birbirinin dibinde biten kuleler arasında uçtuğunu düşünün. Uçmak ne kelime! Aynı zamanda bir sirk akrobatının bile ağzını açık bırakacak manevralar yapmak zorundasınız. Peki bu durumda gözü kararmış ve hatta aklını yemiş olanlar kimler? Bu çılgınlığı izleyen 110 bin kişi mi yoksa gökyüzüyle dalgasını geçen pilotlar mı?
Kimileri için yaşamın anlamı haline gelen bu heyecanı daha yakından tanımakta fayda var. Bundan birkaç yıl önce heyecan, hız ve tutkunun diğer adı Formula 1 yarışlarıydı. 2000’li yıllarda da son sürat devam eden bu yarışlara hayal gücümüzü haddinden fazla zorlamamızı gerektirecek bir yenisi eklendi: Red Bull Air Race World Series. Efsanevi Formula 1 yarışları en fazla izleyiciye sahip spor etkinliği sıfatını yakında kaybederse bunu nedenini Red Bull Air Race World Series pistlerinde aramamız gerekir.
Red Bull Air Race World Series heyecanlı, dinamik, son derece hızlı... Kısacası akıllara ve kalplere zarar bir yarış. Buna gökyüzünde Formula 1 yarışı demek yerinde olur. İşin üstatları bu yarışı bugüne kadar düzenlenen en zaruri slalom yarışı olarak adlandırmakta hiç de haksız sayılmazlar. Saatte 450 kilometreyi bulan hızlarıyla kulelerin arasından geçen uçaklar karşısında heyecan duymamak için insanın ruhsuz olması gerek. Üstelik bu kuleler, 400-1400 metre arasına dikilmiş ve aralarındaki mesafe 14 metreyi geçmiyor. Ve uçaklar yerden yalnızca 20 metre yüksekten uçarak kuleler arasında keskin dönüşler yapıyor. Buna dünyanın en zorlu slalom yarışı denmez de ne denir? Şimdi öteki adı adrenalin olması gereken bu spora biraz daha yakından bakalım.
1920’lerde ABD’de başlayan “hava yarışı” geleneği basit birkaç manevradan ibaret bir hız gösterisi şeklinde gerçekleşiyordu. Ancak uzun yıllar sonra Macar pilot Peter Besenyei, Amerikan modelinde eksik bir şeyler olduğunu fark etti: Pilotun sanatçı yönü! İşte bu önemli eksiğin de giderilmesiyle hayal gücünün ve sanatın (!) sınırlarını zorlayan Red Bull Air Race World Series ortaya çıktı. 2003 yazında konsept belirlenerek Zeltweg’deki Air Power organizasyonunda efsanevi kuleler ilk kez şişirildi ve start alındı. Bu yarışın temellerini atan akrobasi şampiyonu Peter Besenyei ise bu işin hakkını vererek yarışın ilk birincisi oldu.
2004’te Budapeşte’de yapılan Red Bull Air Race ise kaçırılmaması gereken bir görsel şölendi. 1 milyonun üzerinde kişi de bu görsel şöleni kaçırmadı ve Amerikalı Kirby Chambliss’in zaferine tanık oldu. Daha önce bir şampiyona olarak gerçekleşen yarış, 2005 yılında gerçek bir seriye dönüştürüldü. Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dhabi, Hollanda Rotterdam, Avusturya Zeltweg, İrlanda Rock of Cashel, İngiltere Longleat, Macaristan Budapeşte ve Amerika San Francisco’da düzenlenen yarışlarda Amerikalı Mike Mangold şampiyonluğa imzasını attı.
Red Bull Air Race World Series, 17 Mart tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de başladı. En yetenekli pilotlar bile Red Bull Air Race’in katı kuralları karşısında heyecanlanmadan edemiyor. “Bu yarışı ilk duyduğumda, ‘İşte bu gerçek bir şey’ dedim. İlk uçuşumda da nutkum tutuldu!” diyen Amerikalı akrobasi starı Kirby Champless birçok pilota tercüman olmuş. “Kobra figürü” diye adlandırılan hareketi yapabilen tek pilot olan Kirby’nin bile nutku tutuluyorsa diğerlerinin halini siz düşünün. Sonuç ise baştan belliydi. “Air Race”in babası Peter Besenyei, serinin Abu Dabi ayağının birincisi olarak sıfatına yakışır bir sonuç elde etti.
Asıl haberimiz şimdi hız ve adrenalin tutkunlarına geliyor: Red Bull Air Race World Series’e 2006 yılında ev sahipliği yapacak ülkelerden biri de Türkiye olacak. 17 Mart 2006 tarihinde Abu Dabi’de start alacak yarışlar Barselona, Berlin, İstanbul, Budapeşte, Londra ve Amerika’da devam ederek Avusturalya Perth’de son bulacak. 29 Temmuz 2006’da İstanbul’da meraklılarına tam bir görsel şölen yaşatacak olan sanatçı ruhlu pilotların kelimenin tam anlamıyla “ semadaki dans gösterilerini” kaçırmamakta fayda var.
15 Nisan 2011 Cuma
Dikkat, Beyaz Atlı Prensiniz At Hırsızı Olabilir
Birkaç aydır buraya yazmadığım için artık hayatım tazelendi, bahar çiçekleri gibi tomurcuklandı sandınız di mi? Tey!
Beni tanıyanlar bilir, birkaç haftada bir başıma dramatik olaylar gelmezse bu artık yaşamadığım anlamına gelir. Ama geçtiğimiz haftalarda rekorumu kırdım. Baktım böyle birkaç hafta beklemek artık sıkıcı olmaya başladı; bir günde 3 drama yaşasam nasıl olur acaba lan? dedim. Bir günde 3 brazilya dizi izlemek nasıl oluyosa bu da öyle oluyomuş, dışardan izlemek gibi yani, oyuncuları karıştırıyosun artık, dur ya bu karlos muydu rikardo muydu gibi kafa karışıklıklarıyla olayın ehemmiyeti düşüyor. Baştan başlıyorum, sayfayı kapatabilirsin:
Yine günlerden çılgın bir cumartesi, yine mekanlardan peyote. Ben yine ortamın en puşt görüneni kimse gözüme kestirmişim. kaşınıyorum ya ondan. aha dedim ya ben bunu tanıyorum, yıllar önce benim metalci bir ergen olduğum günlerde bir arasokakta tanışmış, çiş kokan merdivenlerde biramızı içerken kendimizce gayet ciddi ve depresif konulardan konuşmuştuk. romanların nüfus cüzdanında T.C vatandaşı yazmazmış onun ana babasındakilerde bile yazmıyormuşmuş bunları anlatmıştı bana, yıllarca ben buna bin katıp kendi çapımda bir tarih yazdım. Romanlar Osmanlı imparatorluğu sırasında vergi vermeyi reddeden tek milletmiş, o yüzden osmanlı onları vatandaşlık haklarından mahrum bırakmış, bu da Türkiye'de aynı mantıkla devam etmiş. Bu benim yazdığım tarihtir, aksini kim iddia edebilir?
Neyse ben gittim delikanlının yamacına, "sen osman değil misin hani şu merdivenlerde oturmuşluğumuz vardı da sen ne kadar iyi darbuka çaldığını anlatmıştın bana vaktiyle!" dedim. Saolsun o da beni tanıdı ve peyotede başlayan bu tatlı muhabbet machine'de devam etti. İşte burdan dillere destan bir aşk doğmuştu, hani doğmuştu?! gel zaman git zaman ilerleyen bu aşkın sonunda hüsranla sonuçlanacağını nereden bilebilirdik ki alev?
Tabi ben özenle cep telefonu kullanmayan kim var araştırıp bulduğum için, osmanın da cep telefonu yoktu.Ben halimden memnun, uslu uslu erkeğimin aklına esip de beni aramasını beklerdim. Birgün iş yerindeki güzide arkadaşım güzide'nin vedasını yapıyorduk. Rakılar açılmış efkarlı aşk şarkıları zeki mürenler dinlenirken içimden bir ses dedi ki: "şimdi seni osman arayacak!". demekki içime doğmuş, beş dakika sonra aradı: "hayatım napıyosun canım?" dedi, o "hayatım" beni benden aldı. artık onun hayatı olmuştum! beni çok seviyor, bensiz bir hayat düşünemiyordu. o yüzden hemen iş arkadaşlarımla tanıştırmaya karar verdim.
İş arkadaşlarımın ilk tepkisi: telefonu yok mu la bunun oldu. Ben de onlara teknolojinin hayatımızı ne kadar yozlaştırdığını, eskiden cep telefonu yokken ne kadar bahtiyar olduğumuzu anlattım. İkna ettim. Sonra sevdiceğim geldi, adımını içeri atmasıyla, tıpkı "Çingeler Zamanı"nında çadırdaki düğün sahnesindeki o kopuş sahnesine dönmüştü ortam. hayranlıkla sarhoş oluverdim. o haliyle zaten sarhoştu. ama hayranlıktan değil. arkadaşlarımla tanıştırırken duyduğum gurur, "evet, bu çocuk patti smith'in kitabından tanıdığınız, yetenekli ama karanlık diyarlarda yaşayan masal kahramanı" diyordu. yetenek kısmını neye dayandırdığımı şimdi çıkaramıyorum.
Osmanla birbirimizi bulmuştuk, kah rakımızdan bir yudum çekiyor, kah karşılıklı "kaynana" eşliğinde göbek atıyorduk. işte hayat yüzüme gülmüş, depresif görünen ama karaköyde bir meyhanede benimle göbek atacak bir beyaz atlı prens sunmuştu bana. işle güçle asla işi olmaz, hızlı yaşar genç ölür bir yiğit bulmuştum sonunda. belki bir gün rock star bile olabilirdi ne malum, ben de onun arkasındaki sihirli kadın olarak tarihin sayfalarında yerimi alırdım.
Bu hikaye çok uzadı, sonucu özetliyorum: gecenin sonunda çantamda cep telefonum, mp3 çalarım ve makyaj malzamelerim de dahil hiçbir şey kalmamıştı. bilin bakalım bunlar nereden çıktı? işte bu beyaz atlı prensin derin ceplerinden. sonra ben de prenses rolüme kapılmış olmalıyım ki "ühü ühü bunu bana nasıl yaparsın osman?" demekle yetindim. halbuki o sırada ağzına bir tane çaksam en azından biraz rahatlamış olacaktım.
Bu birinci dramdı. Buradan aldığım ders şu: Hiçbir kadın, rock star sevgilisinin arkasında kaybolmamalı,. neden ben rock star o da arkamdaki sihirli adam olmasın?
İkincisine kalbi dayanacak olanlara geliyor:
Ertesi gün ağlamaktan şişmiş gözlerimle bir gerçeği daha ortaya çıkardım. Benim eski manitalardan biri meğer depresyondayım ayağına yattığı dönemde üniversiteli bir çıtırla iş pişiriyormuş. tabi önceki gün kaderin sillesini yemiş olan ben, bu masum olaydan çok etkilenmedim, e napalım bir yastıkta kocasınlar demekle yetindim. onun ayrıntılarını da anlatacağım ama şu an hayat bana çok anlamsız göründü. en iyisi bugünlük burada noktalayayım. zaten haftaya bir dram daha yaşar, bunu da araya sıkıştırıp anlatırım. siz de yorulmayın ben de..
Beni tanıyanlar bilir, birkaç haftada bir başıma dramatik olaylar gelmezse bu artık yaşamadığım anlamına gelir. Ama geçtiğimiz haftalarda rekorumu kırdım. Baktım böyle birkaç hafta beklemek artık sıkıcı olmaya başladı; bir günde 3 drama yaşasam nasıl olur acaba lan? dedim. Bir günde 3 brazilya dizi izlemek nasıl oluyosa bu da öyle oluyomuş, dışardan izlemek gibi yani, oyuncuları karıştırıyosun artık, dur ya bu karlos muydu rikardo muydu gibi kafa karışıklıklarıyla olayın ehemmiyeti düşüyor. Baştan başlıyorum, sayfayı kapatabilirsin:
Yine günlerden çılgın bir cumartesi, yine mekanlardan peyote. Ben yine ortamın en puşt görüneni kimse gözüme kestirmişim. kaşınıyorum ya ondan. aha dedim ya ben bunu tanıyorum, yıllar önce benim metalci bir ergen olduğum günlerde bir arasokakta tanışmış, çiş kokan merdivenlerde biramızı içerken kendimizce gayet ciddi ve depresif konulardan konuşmuştuk. romanların nüfus cüzdanında T.C vatandaşı yazmazmış onun ana babasındakilerde bile yazmıyormuşmuş bunları anlatmıştı bana, yıllarca ben buna bin katıp kendi çapımda bir tarih yazdım. Romanlar Osmanlı imparatorluğu sırasında vergi vermeyi reddeden tek milletmiş, o yüzden osmanlı onları vatandaşlık haklarından mahrum bırakmış, bu da Türkiye'de aynı mantıkla devam etmiş. Bu benim yazdığım tarihtir, aksini kim iddia edebilir?
Neyse ben gittim delikanlının yamacına, "sen osman değil misin hani şu merdivenlerde oturmuşluğumuz vardı da sen ne kadar iyi darbuka çaldığını anlatmıştın bana vaktiyle!" dedim. Saolsun o da beni tanıdı ve peyotede başlayan bu tatlı muhabbet machine'de devam etti. İşte burdan dillere destan bir aşk doğmuştu, hani doğmuştu?! gel zaman git zaman ilerleyen bu aşkın sonunda hüsranla sonuçlanacağını nereden bilebilirdik ki alev?
Tabi ben özenle cep telefonu kullanmayan kim var araştırıp bulduğum için, osmanın da cep telefonu yoktu.Ben halimden memnun, uslu uslu erkeğimin aklına esip de beni aramasını beklerdim. Birgün iş yerindeki güzide arkadaşım güzide'nin vedasını yapıyorduk. Rakılar açılmış efkarlı aşk şarkıları zeki mürenler dinlenirken içimden bir ses dedi ki: "şimdi seni osman arayacak!". demekki içime doğmuş, beş dakika sonra aradı: "hayatım napıyosun canım?" dedi, o "hayatım" beni benden aldı. artık onun hayatı olmuştum! beni çok seviyor, bensiz bir hayat düşünemiyordu. o yüzden hemen iş arkadaşlarımla tanıştırmaya karar verdim.
İş arkadaşlarımın ilk tepkisi: telefonu yok mu la bunun oldu. Ben de onlara teknolojinin hayatımızı ne kadar yozlaştırdığını, eskiden cep telefonu yokken ne kadar bahtiyar olduğumuzu anlattım. İkna ettim. Sonra sevdiceğim geldi, adımını içeri atmasıyla, tıpkı "Çingeler Zamanı"nında çadırdaki düğün sahnesindeki o kopuş sahnesine dönmüştü ortam. hayranlıkla sarhoş oluverdim. o haliyle zaten sarhoştu. ama hayranlıktan değil. arkadaşlarımla tanıştırırken duyduğum gurur, "evet, bu çocuk patti smith'in kitabından tanıdığınız, yetenekli ama karanlık diyarlarda yaşayan masal kahramanı" diyordu. yetenek kısmını neye dayandırdığımı şimdi çıkaramıyorum.
Osmanla birbirimizi bulmuştuk, kah rakımızdan bir yudum çekiyor, kah karşılıklı "kaynana" eşliğinde göbek atıyorduk. işte hayat yüzüme gülmüş, depresif görünen ama karaköyde bir meyhanede benimle göbek atacak bir beyaz atlı prens sunmuştu bana. işle güçle asla işi olmaz, hızlı yaşar genç ölür bir yiğit bulmuştum sonunda. belki bir gün rock star bile olabilirdi ne malum, ben de onun arkasındaki sihirli kadın olarak tarihin sayfalarında yerimi alırdım.
Bu hikaye çok uzadı, sonucu özetliyorum: gecenin sonunda çantamda cep telefonum, mp3 çalarım ve makyaj malzamelerim de dahil hiçbir şey kalmamıştı. bilin bakalım bunlar nereden çıktı? işte bu beyaz atlı prensin derin ceplerinden. sonra ben de prenses rolüme kapılmış olmalıyım ki "ühü ühü bunu bana nasıl yaparsın osman?" demekle yetindim. halbuki o sırada ağzına bir tane çaksam en azından biraz rahatlamış olacaktım.
Bu birinci dramdı. Buradan aldığım ders şu: Hiçbir kadın, rock star sevgilisinin arkasında kaybolmamalı,. neden ben rock star o da arkamdaki sihirli adam olmasın?
İkincisine kalbi dayanacak olanlara geliyor:
Ertesi gün ağlamaktan şişmiş gözlerimle bir gerçeği daha ortaya çıkardım. Benim eski manitalardan biri meğer depresyondayım ayağına yattığı dönemde üniversiteli bir çıtırla iş pişiriyormuş. tabi önceki gün kaderin sillesini yemiş olan ben, bu masum olaydan çok etkilenmedim, e napalım bir yastıkta kocasınlar demekle yetindim. onun ayrıntılarını da anlatacağım ama şu an hayat bana çok anlamsız göründü. en iyisi bugünlük burada noktalayayım. zaten haftaya bir dram daha yaşar, bunu da araya sıkıştırıp anlatırım. siz de yorulmayın ben de..
Yeni Bir Konser Sezonu Dramı
Konser sezonu açıldı. Tabi ki bu durum beni çocuklar gibi coşturmuyor; bilakis o konser senin bu performans benim ordan oraya uçuşan kelebeklere hasedim büyüdü. Hepsini geldiklere kozaya gönderebilirim. Facebook statüsüne "bugün Maroon 5, yarın Apparat" yazıp nisbet yapan keleş, lafım sana.
Halbuki daha 3 ay önce ne kadar umutlu ve mutluydum. Cihangir'de eve çıkıp ben de çılgınlar gibi eğlenen, sabah yogasına, öğlen sergisine, akşam da konserine giden "cihangir kızları" sınıfına girecektim. Ama hesaplayamadığım birşey varmış...
Arkadaş, kirayı verdikten sonra evden dışarı çıkamayacaksan ne işin var senin Cihangir'de? Git Sarıgazi'de iki göz bir evde yaşa, akşam Maroon 5'a gidecek paran da cebinde kalsın değil mi? Cebinde kalan parayla paşalar gibi olmasa da orta direk bir vatandaş gibi gez toz gününü gün et. İşte zamanında bunları düşünemediğim için şimdi cihangir'deki mülteci evimde akşamları perdeleri çekip kısır yapıyorum. En azından bir zencefilli dana patisier yapmayı ben de isterdim ama bulgur daha ekonomik olduğundan geleneksel kısırla idare ediyorum. Sonra vişne suyumu alıp, ışıkları kısıp Apparat açıyor ve kendi konser atmosferimi kendim yaratıyorum. Vişne suyu votka-vişne, elektrik süpürgesi Apparat, koltuklar da diğer seyircilermiş...
Hayır, yakındığımdan değil, bu da güzel bir hayat, entel ev kızı Sıdıka'yı izleyenler bilir, o da kendi çapında çok eğlenirdi biz de onu izler gülerdik. Meğer o dizi komedi değil drammış dostlarım. Bundan sonra neye güldüğünüze dikkat edin, her şey insan için...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)