Her şey ılık bir ilkbahar günü başladı. Buralarda benden başka kimsecikler yoktu o zamanlar. Yolumda ilerliyor, temiz havayı içime çekiyordum. Bir yandan da keşke dertleşecek birileri olsa yanımda diyordum. Bir anda toprak ayaklarımın altından kaydı. ben dibe çöktükçe sular kapladı her yanı. Korkuyla debelendim. Nafile. Çırpındıkça batıyordum. Battıkça çırpınıyordum. Bağırdım, ama sesimi duyacak kimse yoktu ki! Zaten suyun binlerce metre altında sesimin çıkması da çok ilginçti; ama o kadar şaşkındım ki buna şaşırmak aklımın ucundan geçmedi. Sonrası yok. En son hatırladığım karanlık suların altında çığlık çığlığa, çaresizce debelenmemdi.
Gözlerimi açtığımda her taraf hala sularla kaplıydı. Kocaman bir oktiyamapilues ağacının kökleri üzerinde oturuyordum ve çok rahattım. İlginç bir şekilde fazlasıyla rahat. Sanki burda doğmuştum, güneşi hiç görmemiş, derelerde koşmamıştım. Temiz havayı ciğerlerime çekmemiştim hiç. Ayağa kalktım ve etrafı keşfetmeye, bu felaketin nasıl olduğunu anlamaya karar verdim. Ama ayaklarım yoktu!! Nereye gitmişti ayaklarım? Ayaklarımın yerinde tülümsü, kalbi andıran bir kuyruk vardı. Ve tenim yumuşacıktı. Kendimi boşluğa bıraktım. Sanki hiç bu kadar özgür olmamıştım! Yere basmama gerek yoktu, her yere yüzebiliyor, her deliğe girebiliyordum. İçimi öyle bir sevinç kapladı ki... Öyle buruk bir sevinç kapladı ki tarif edemem.
Her şey çok yeni, çok keşfedilmemiş ve çok yumuşaktı. Bu şekilde aylarca avare avare dolaştım. Temiz su bulma derdim kalmamıştı artık! Yıkanmama da gerek yoktu. Tek yaptığım ağaçları, otları ve çiçekleri keşfetmekti. Bunlar eskiden de vardı ama artık yapıları değişmiş, daha büyüleyici bir form kazanmışlardı. Mesela su üstündeyken guruselena olarak adlandırdığım (buralarda benden başka canlı olmadığı için her şeye isim vermek bana kalıyordu) ağacın koyu yeşil ve genişliği yer yer 3 metreyi bulan yaprakları, artık dipten uca kırmızılaşan ve uçlarında liflerine ayrılan bir yapıya bürünmüştü. Yaprakları karadayken çok sert ama doyurucuyken şimdi ağızda erimeye başlamıştı. Bütün gün yesem doymaz hale gelmiştim çünkü her ne kadar tadı güzelleştiyse de artık doyurucu değildi. Artık hiçbir şey eskisi gibi verimli değildi ki! Zumuniki çiçeği, astarpor otu, ye kürküm ye ağacı yaprakları... Hepsi çok yavandı.
Aylarca, hatta belki de yıllarca dolaştım (tam olarak ne kadar onu da bilmiyorum. Çünkü tek başınızayken zaman kavramı pek önemli olmuyor. ). Sonunda bir ışık süzmesi gördüm. Kalbimdeki buruk sevincin burukluğu yerini daha yoğun bir heyecana bıraktı. Hem korkuyordum hem de ışığa doğru gidiyordum. Bu bir zamanlar tenimi yakıp kavuran, görmesem üzüntüden ürperdiğim, çok görsem sıtmalara tutulduğum şey olabilir miydi? Yüzdüm yüzdüm yüzdüm. Sonunda onu gördüm. Güneş!!! Kalbim duracak gibi oldu. Bir süre hayranlık ve hasretle suyun altından izledim onu. Sonra tekrar yüzmeye başladım ve bir anda yüzüme çarpan bir şeyle yıllar önce yaşadığım felaket anına döndüm. Yine aynı şey olmuştu. Nefessiz kalmıştım. Yüzüm, çarpan havanın etkkisiyle ürpedi. Kendimi suya sokmak zorunda kaldım. Çaresizce bekledim. Suyun yüzeyine yakın, etrafımda döndüm durdum. Bulutları, güneşi görüyordum. Oralarda bir yerlerde toprak da olmalıydı. Doyurucu otlar da... Derelere kuyruğumu sokup zıp zıp zıplamak istedim. Ama ne zaman suyun dışına kafamı çıkarsam boğulacak gibi oluyordum. Sonunda karayı bulmaya karar verdim. Karayı bulacak ve karaya çıkacaktım. Öleceksem de karada, bir zamanlar mutlu olduğum yerde ölecektim. Yüzmeye başladım. Günlerce yüzdüm. Ben yüzerken güneş ve ardından ay ve tekrar güneş beni takip ediyordu. Bu da beni o kadar heyecanlandırdı ki gittikçe hızlandım. O hızla yüzerken bir anda göğsümde ve karnımda bir acı hissettim ve yere yığıldım kaldım. Yere yığıldım kaldım! Yeri bulmuştum! Karayı... O kadar mutluydum ki çıkmaya cesaret edemedim. Bir süre orada öylece yattım. Ta ki biri pençesini ağzıma sokup beni havaya kaldırana kadar. Boğuluyordum.. Ağzım acıyordu.. Daha kötüsü içim acıyordu. Sonra canavarla göz göze geldik. Hayatımın en korkunç, en pişmanlık dolu anıydı. Pişmandım çünkü o ana kadar hep yalnıztan yakınmıştım. Keşke hep yalnız kalabilseydim. Ama ben böyle kafası ve yüzünün alt kısmı kıllarla kaplı, kocaman burunlu vahşi bir dev hayal etmemiştim ki! Neyse ki karada ölecektim. Bu da beni avutmaya yetiyordu.
Vahşi, beni daha önce görmediğim, kötü kokulu bir maddeden yapılmış bir kaba koydu. Bir süre sallana sallana, beni sağa sola çarpa çarpa yürüdü. Sonunda dört tarafı ve üstü kapalı bir yere girdik. Bu da vahşinin mağarası olmalıydı.Gerçi çok garip bir mağaraydı bu. İçinde yüzlerce şey vardı. Bu şeylerin hepsini hayatımda (ki azımsanmayacak kadar uzun bir ömrüm ve hayat tecrübem oldu, bir kaç milyon yıl kadar) ilk kez görüyordum. Her neyse, sonunda beni kuyruğumdan tutup fırlattı. Cayır cayır yanmaya başladım. Çığlık çığlığa zıpladım feryad ettim. Vahşi beni geri çıkardı. Ve beni ıslak bir zemine atıp koşarak çıktı. Gözlerindeki korkuyu görseniz, ben kocaman dev o küçücük zavallı mahlukat sanırdınız.
Vücudum yarısı yanmış, yumuşacık tenim pütür pütür olmuştu. Acılar ve göz yaşları içinde kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda başımda toplanmış bir kalabalık gördüm. Her şey buğuluydu. Net göremiyordum ama bunun bir dev topluluğu olduğunu seçebiiliyordum. Kiminin kafasının üstündeki kıllar uzundu kimininki kısacık. Bazılarının yüzü pırıl pırıldı bazılarınınki kıllı. Ama ortak bir noktaları vardı. Hepsi ürkmüş beni izliyordu. Yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Sonra aralarından daha küçük olan bir tanesi yaklaştı. Diğerlerinin üçte biri kadardı ve gözlerinde sadece merak vardı. Bu beni daha çok korkuttu. Tehlikenin geldiğini seziyordum. Devlerden biri bu küçük olanın kolundan tutmaya çalışırken o bana doğru ani bir hamle yaptı. Pençesini vücudumda hissettiğim an zıpladım. Kanatlarımı telaşla çırpmaya başladım. Bu boğuşma sırasında vücudum hala kaygan olduğu için küçük devin pençelerinden sıyrıldım ve havada bir o yana bir bu yana kanat çırpmaya başladım. Korkudan kendimi mağaranın duvarlarına çarpıyordum. Sonra biraz sakinleşmeye çalıştım ve o sırada duvarlarda dışarı açılan bir boşluk olduğunu farkettim. Hemen oraya doğru bir hamle yaptım. Ama kafamın boşluğa çarpmasıyla bir an gözüm karardı. Boşluğa çarpılmazdı ki! Bir yanlışlık olmalıydı. Tekrar denedim. Bu sefer daha sert çarptım ve arkamda şaşkınlıktan başını eğmiş bekleyen devin, lila rengi kadifemsi göğsüne çarptım.
Bu hengame arasında küçük dev beni yakalamayı başardı. Avuçlarının arasında sıkmaya başladı. Sonra beni vücudum avuçlarının arasında, başım dışarıda kalacak şekilde tuttu ve yüzüne yaklaştırdı. Burnuyla koklarmış gibi gıdığımı okşadı. Garip bir sıcaklık vardı bu hareketinde. Yine de içimdeki korkuyu atamıyordum. Beni bıraksın da kendimi suya atıp yalnızlığımla avunayım istiyordum.
Dev, mağaranın önündeki demirden düz kayayı çekti ve dışarı çıktı. Avucunda da ben. Yavaşça pençelerini gevşetti. Özgürdüm. küçücük kanatlarımı çırpmaya başladım. Gökyüzünde bir yaprak gibi salınıyordum. Artık şaşıracak değildim tabi ki. Hiçbir şey beni şaşırtamazdı artık. Neler görmüştüm neler. Havada süzüldüm süzüldüm. Bir yandan da aşağıda kalan yer yüzünü izlemeye koyuldum. Geçtiğim yerler birbirinden çok farklıydı. Yer yer yeşillikler, ağaçlar görüp eski günlerimi hatırlıyordum, yer yer havada duran devler... Ama bunlar kanat çırpmıyor, bilakis havada yürüyor, oturuyor, yine havada duran masalarının üzerinde yemek yiyorlardı. Bir an, etraflarında ışığın etkisiyle bir şey parladığını farkettim. Bu devlerin mağarasındayken boşluk sandığım yüzey olmalıydı. Demek ki bu maddeden fanusların içinde yaşayanları vardı.
Biraz daha ilerledim. Bu sefer aşağıda içimi burkan bir şeyle karşılaştım. Az önceki parlak, neşeli görüntü yerini sokaklarda yerlerde sürünen, avuçlarını açmış ağlamaklı yüz ifadeleriyle duran, ağızları yüzleri pislik ve kan içinde kalmış devlere bırakmıştı. Gerçi bunlara dev demeye bin şahit isterdi. O kadar ezilip büzülmüş, o kadar yıpranmışlardı ki olsa olsa devcik olurdu bunlardan. Bu içler acısı manzara bende daha önce hiç yaşamadığım bir his uyandırdı. O rahat fanuslarında semirmiş, sere serpe devrilip mutlu ve sağlıklı yaşayan devlerin yerine suçluluk duyma hissi. Yer yüzünde olmamam gerektiği hissi. Buradan kaçıp gitme ama artık kaçıp gidemeyeceğimi bilme hissi.
İşte bu yüzden daha çok yükseldim. Başımı güneşe çevirip yükseldikçe yükseldim. Artık bulutların arasına gelmiştim. Kanat çırpmayı bırakabilirdim. Bu yaşlı gezegende benden daha yaşlı bir canlı olamayacağına göre, göreceğimi görmüştüm zaten. Daha fazlası demek, daha çok acı, daha çok suçluluk demekti. Böylece kanat çırpmayı bıraktım. İşte her şey böyle başladı.
eee hani devamı nerde bu hikayenin? yaz hadi yaz yaz yaz!
YanıtlaSil